Demokratik laiklik olmadan demokratik devrim olmaz
Türk-İslamcı faşizmin yarattığı büyük çöküş, laikliği güçlü bir toplumsal talep haline getiriyor mu?

İnsanların neye inanacağını ve bunu nasıl gerçekleştirmeleri gerektiğini dayatan bir siyaset biçimini rahatlıkla totalitarizm olarak isimlendirebiliriz. Totalitarizm kavramı, faşizm ile komünizmi aynı çuvalda ele almayı önerdiği için muteber bir terim olmasa da kısmi bir açıklayıcı güce sahip. Otoriter rejimler, sadece siyasal hayata katılımın çerçevesini katı bir biçimde belirlerken bireyin gündelik yaşam pratiklerine karışmayı genelde tercih etmiyorlar, bu “özgürlüğü” bir tür rıza üretme alanı olarak görüyorlar. Ancak kimi otoriter rejimler, “yeni bir insan” yaratma gayesiyle gündelik yaşam pratiklerini de katı bir biçimde belirlemeyi önüne hedef olarak koyuyor. O zaman totalitarizmden bahsetmenin vakti gelmiş demektir. Yani keyfi dayatmaları siyasi düzlemle sınırlı tutan rejimlere otoriter, dayatmaları sivil toplum ve gündelik yaşam alanına taşıran rejimlere ise totaliter diyebiliriz.
Saray Rejimi’nin ufkunun bir totaliter rejime yönelik olduğu açıkça ortada. Devlet kadrolarının tarikat kontenjanları arasında pay edilmesi, dinsel eğitimin okul öncesi yaşlara kadar zorunlu hale getirilme girişimleri, Diyanet’e açılan geniş alan ve bu kurumun şimdiye kadar olmadığı kadar bir fetva makamı haline getirilmesi, ekonomi politikalarının nassla izahı, mahkeme kararlarında zaman zaman dinsel dogmalara alan açılması dinin gündelik hayatın temel belirleyici ilkesi olması yönünde önemli mesafe kat edildiğini gösteren hamleler olarak değerlendirilebilir. Kadın istihdamının sürekli baskı altında tutulması ve kadının eve kapatılması da alkollü içeceklere yönelik yüksek vergilendirme de bu çerçevede ele alınabilir. Medeni Kanun’un yeniden düzenlenmesiyle ilgili hazırlıklarından da haberdarız. Faşizm konsolide olmayı başarırsa İslamileşme daha da radikal adımlarla ilerleyecektir.
Bu açıdan AKP’nin ANAP’laşması yönündeki beklentiler gerçekleşmiş değil. Cihan Tuğal’ın 2010’ların ilk günlerinde akademide hararetle tartışılan; AKP’yi ve İslamcılığı bir pasif devrim aracılığıyla kapitalizm tarafından yutulmuş bir toplumsal hareket olarak gören bakış açısı da gerçekliğe dönüşmemiş görünüyor. 2013 sonrasında İslamcılık birçok alanda olduğu gibi dinselleşme konusunda da giderek daha da radikalleşti. Arap Baharı’nın bütün Ortadoğu’yu bir Müslüman Kardeşler federasyonu haline getireceği beklentisi de bu radikalleşmeyi hızlandırdı. Suriye’de ve Libya’da cihatçı çetelerin “laikliğin” bir zamanlar “son kalesi” olarak görülen TSK’nin mütemmim cüzü haline getirilmesi de kat edilen mesafeyi ortaya koyuyor. Aynı ordunun 1980’de sol karşısında İslamcılığı büyütme çabaları hatırlanırsa bunu bir iade-i ziyaret olarak görmek de mümkün.
Ancak aynen faşistleşme sürecinde olduğu gibi İslamileştirme saldırısı da kendi karşıtını da güçlendirerek gelişen bir özgün ilerlemeye işaret ediyor. Yani Saray rejimi, muarızlarını tamamıyla görünmezleştirecek biçimde bir siyasi zafere imza atamadığı hatta karşısında önemli bir düzen içi olsa da muhalif blok konsolidasyonuna sebep olduğu için bütünüyle tamamlanmış ve istikrar kazanmış bir rejimden bahsedemiyoruz. İstikrarsız ve sürdürülemezliği aşikâr bir kararsız denge durumundayız. HDP’nin gösterdiği büyük direncin bu sonuçtaki büyük payı görmezden gelinemez.
Gelişmeler; Saray Rejimi’nin aşılması durumunda Türk milliyetçiliğinin kendisini enkaz altından kurtarabileceği ve daha kentli bir zeminde yeniden kurabileceği ancak İslamcılığın çok ağır bir darbe alacağı, yıkımın bütün sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacağı bir momente doğru ilerliyor. İslamcı kesimin, kendi gençlerini yönlendirebilme ve kendi inançlarına ikna edebilme noktasında büyük zafiyetler gösterdiği anlaşılıyor. Bunu eriyen bir hegemonyanın, büyük oranda zora dayalı olarak sürdürülebilen bir hülyanın yarattığı tahribatın sonuçları olarak da değerlendirebiliriz.
Dinsel inancın veya tarikat üyeliğinin siyasal alanda avantaj yaratan bir durum olmaktan çıkarılması önemli bir toplumsal talep haline gelmiş durumda. Oysa bugün bakanlıkların çeşitli tarikatlara pay edildiğini çok iyi biliyoruz.
Biz laikliği eşit vatandaşlık ilkesinin en önemli temel direği olarak görüyoruz. İnanma ve başkalarına dayatmadığı sürece inandığı gibi yaşama ya da ateizmi bir yaşam felsefesi olarak belirleme ve ona uygun hareket etme özgürlükleri işçi sınıfı iktidarının güvencesi altında olmalıdır. Diyanet kaldırılmalıdır. Devlet eliyle verilen zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Patriyarkanın meşruiyetini güçlendirmek için işlevlendirilen dinsel dogmaların uygulama alanı ortadan kaldırılmalıdır. Kamusallığın çöküşü sonrasında toplumu tarikat örgütlenmelerine mahkûm eden, insanların işe veya barınma hakkına ulaşması için dinci örgütlere mahkûm edilmesine yol açan tüm düzenlemeler, tüm koşullar ortadan kaldırılmalıdır. İş, gelir ve temel hizmetler güvencesinin sağlanması belli kesimleri dinci örgütlenmelere yönelten koşulları köklü bir biçimde ortadan kaldıracaktır.
Kamusallığın çöküşü, toplumun çözülüşü ve bu dağılmayı ikame etmek için dinselleşmenin ikamesi günümüz faşizminin arkasında yatan en önemli dinamik olarak görünür hale getirilmeli. Trump ve Bolsonaro’nun arkasındaki en önemli desteğin Evanjelik Kilisesi olmasıyla (ki neoliberalizmin yarattığı tahribatın yönetilebilir hale gelmesi noktasındaki rolüyle 1990’lar sonrasında hızla büyüyen bir organizasyondan bahsediyoruz) günümüz tarikatlarının Saray Rejimi’nin kurumsallaşması için oynadıkları rol arasındaki paralellikler çarpıcıdır. AKP eliyle 2000’ler sonrasında hızla yok edilen kamusallık tarikatlar eliyle yönetilen patronaj ağlarına devasa bir alan açmıştır. Bugün faşizm ve tarikatlar arasındaki simbiyosis giderek görünürlük kazanıyor ve Erdoğan’ın sık sık altını çizdiği gibi iki kesimin de birlikte kaybedeceği bir zemini güçlendiriyor.
Ancak 2000’li yılların yıldırım hızındaki kırdan kente göçün, Türkiye’de sınıfsal olan ile dinsel olan arasındaki sıradışı mecz olma halini daha da kronik hale getirdiğini de hiçbir surette unutmamalıyız. Bugün yaşanan toplumsal buhrana rağmen sınıf içinde sosyalist yığınağın güçlenmesindense enva-i çeşit dinci grubun cirit artması da bu üzerinde dikkatle durulması gereken sorundan kaynaklanıyor. Bu açıdan sınıf siyasetinin ihtiyaçlarına uygun bir laiklik söyleminin nüanslara dikkatli olması önemlidir. TİP’in “laikçi teyzeler haklı çıktı” zemininde okunabilecek çıkışları kentli orta sınıf yankı odalarında güçlü karşılık bulsa da bu nüansları ıskalar görünmektedir. CHP’nin dinci ortakları kaçırma korkusundan kaynaklanan pısırıklığının yarattığı boşluğu genel ezberlerle doldurarak tribünlerden bol alkış alma saplantısı, güçlü bir yeniden kuruluşun alt yapısını oluşturabilecek olgunlukta gözükmüyor.
Sonuç olarak demokratik laiklik olmadan demokratik devrim olmaz, sınıf siyaseti güçlenmeden demokratik devrim hayalleri kurmak da akla mantığa sığmaz.