Joko’nun Sırtında Cemaatler, Maddi Sıkıntılar, Güvencesizlik

“Herkes doktorluktan kaçıyor, çünkü mobbing var, uzun süreli nöbetler var, hastadan şiddet görme ihtimali var, köle gibi çalışıyorsunuz, ben böyle bir gelecek istemiyorum…”

Roland Topor’un roman formunda kaleme aldığı ve sonraki yıllarda oyunlaştırdığı Joko’nun Doğum Günü; içinde bulunduğumuz sistemin insan bedenini ve aklını kontrol altına alma hırsını, ezen-ezilen ilişkisi üzerinden anlatan absürt bir tiyatro örneği.

 Joko’nun Doğum Günü oyunu, su deposunda işçi olan genç Joko’nun “çok para veriyorlar” diye sırtında taşımaya başladığı “kongreciler”in sonunda üstüne yapışarak hem bedenini hem ruhunu ele geçirmesini grotesk tipler üzerinden anlatıyor. Tiyatro fiziksel olarak epey zorlayıcı üstelik izleyiciler, oyuncular sırtlarındaki kişiyle birlikte koşarken oturulan koltukta gerildikçe geriliyor. Oyun boyunca gülümseyen ağzımız ürküntüyle karışık bir duyguyla kapanıyor bir anda. Joko’nun doğum günü ise işe girdiği gün. Belki bu, hayatta var olabildiği bir günün temsili. Öncesi yok sonrası da yok.

Gönüllü olarak kabul ediyor sırtında taşıma işini Joko; var olabilmek için, hayatta bir şey başarabilmek için. Uyumadığı zamanlarda bu döngü sürüp gidiyor tıpkı yaşamlarımız gibi. Joko düşüyor, koşuyor, tekrar düşüyor taşıdıkları, bedenine yapışıp kalana kadar duramıyor. O bedenlere yapışıp kaybettiğinde ruhunu oyun son buluyor. Zaten bundan sonrası her birimizin biraz aynısı…

“Bireyleri bu tempolara alıştırmak toplumsal ve çevresel açıdan feci sonuçlar doğurmuş ve bu aralıksız yerinden edilme ve ıskartaya çıkarılmanın birbiriyle değişebilir nesnelere dönüştürülmesi toplu halde bu durumun normalleşmesine yol açmıştır.”  Jonathan Crary 7/24 Genç Kapitalizm ve Uykuların Sonu

“Sizleri taşımaya başladığımdan beri yere bakıyorum hep, daha önce göğe bakardım.” Joko’nun Doğum Günü

Göğe bakabilmek, yıldızlı bir yolda keyifle yürüyebilmek marketteki değişmiş etiketleri düşünmeden, ne yapacağız diye boğazımız düğümlenmeden, bir çocuğa bir gence bir kadına bir hayvana yine kim kıyabilmiş diyemeden… Birçoğumuzun sırtında iyice yerleşmiyor mu bu “kongreciler”?

Joko’nun sırtlarında cemaatler, maddi sıkıntılar, her geçen gün nefeslerini kesen güvencesizlik. Gençlerin de Joko gibi ağırlaşıyor sırtları, ağırlaştıkça koşamaz gülemez oluyor. Gözlerindeki parıltılar bazen öfkeyle bazen üzüntüyle parlıyor.

Bir kısmı boşvermişlik duygusuyla bambaşka bir dünyaya gömülüyor telefonlarında. Çıkmazda hissettikleri her an daha da çıkılmaz oluyor yaşamları. Toplumun ve ailelerinin mahkûm ettiği yaşama sığamaz oluyor birçoğu. Bu ülkeden, aileden gidebilmenin hayalini taşıyor her biri, bu hayalleri kurabilmenin maddi imkanlarını sağlayanlar başarabiliyor belki. Peki maddi olanağı da olmayanların çaresizlikleri. Bir labirentin içinde yaşamak gibi çarpa çarpa kaybolup gidiyor gençlikleri. Ellerinden tutamadığımız, seslerini duyuramadığımız ve özellikle çözüm bulamadığımız için ya da çözümleri arayamayacak kadar vazgeçtikleri için kendilerinden.

“Herkes doktorluktan kaçıyor, çünkü mobbing var, uzun süreli nöbetler var, hastadan şiddet görme ihtimali var, köle gibi çalışıyorsunuz, ben böyle bir gelecek istemiyorum…”

Bu sözler intihar eden Enes Kara’nın… Geleceğini kurabilme imkânını göremediği ülkemizde yaşamına son veriyor üstelik yaşadıkları ilk defa duyduğumuz şeyler değil. Daha önce sokak röportajlarında öfkeli ya da ağlamaklı haykıran gençlerden de farklı değil Enes. İnsanca bir yaşamın mümkün olduğu bir gelecek istiyor hepsi. Yargılanmadan, sorgulanmadan kendileri gibi olabildiği bir ülke istiyorlar.

“Bir tüketim toplumunun üyelerinden başka bir şey değilsek, artık bir dünyada yaşamıyoruz, olsa olsa hep tekrar eden döngülerinde şeylerin görünüp kaybolduğu bir süreç tarafından sürükleniyoruz demektir.” Hannah Arendt, İnsanlık Durumu

Bir işe yaramadığımız, değiştirmek için çabalasak da bir şeylerin değişmeyeceğine dair inanç özellikle gençler arasında yaygınlaşıyor. Gözlerini açtıkları dünyada hiç mucizeye şahit olmamışlar çünkü, aksine yaş aldıkça umutları sönmüş gözlerle bakıyorlar dünyaya. Gençlerin, kadınların, göçmenlerin ötekileştirilmiş olan her birimizin en azından suçlularla yüzleşmeye, hesaplaşmaya ihtiyacı var. Söylenecek sözlerimiz, yaşanacak günlerimiz var. Joko’nun sırtındaki yüklerden kurtulmaya ihtiyacımız var. O yükleri azalttıkça yaşanabilir olacak dünyalarımız.