Üç dönem üç hesaplaşma
Cumhuriyet tarihinin yarattığı bilinç ve alışkanlık ile büyük kitleler böyle krizlerde bir rol oynamak yerine, askerin “çözücü” eylemini beklemeyi yeğlemiştir. Artık tablo çok farklı olduğuna göre olaylar hangi kanallardan akabilir?
Bir dönemin sonuna yaklaşılırken siyasal ortamdaki gerilim yükseliyor, bilinmezlikler artıyor, siyasal güçlerin adeta bir tiyatro sahnesindeki gibi karşılıklı atışmaları, taktikleri perde perde izleniyor. “İzlenme” deyimi aslında yaşananlara oldukça uygun düşüyor. Büyük hesaplaşmaya gidilirken halk kitlelerinin bu değişimdeki rolü şimdilik “seçime kadar dişini sıkarak izlemekle” sınırlandırılmış görünüyor.
Saray gerilimi yükseltmek, muarızlarını provokasyona sürüklemek, sinirlerini bozmak için çok yönlü çabalar içinde… Belediyelerde operasyonlar, HDP kapatma davasının siyasal gidişin nabız atışlarına göre yönlendirilmesi, dine vurgunun artması Cumhur İttifakı’nın niyetlerini yeterince açığa vuruyor.
Ancak Erdoğan son günlerde yaptığı bir konuşmasında: “Biz ülkeyi terk etmeyeceğiz, muhalefet ne yaparsa yapsın. Utanmadan sokaklara döküleceklermiş, yahu siz 15 Temmuz’u görmediniz mi?” diyerek aslında bilinçaltını dışa vurmuş oldu. Cümlenin başı kendi korkusunun açığa vurması; sonu ise muhalefete güçlü bir tehdit!
Son günlerde medyada bazı yazarlar tarafından, yükselen gerilim ve yaklaşan felaket karşısında bir “uzlaşma” olmaz mı tartışmaları da yapılıyor. Bu ülkede önemli kırılma noktalarında, büyük güç kaymalarının yaşandığı dönemlerde “yumuşak geçiş” olmamıştır. Ancak bu artık sadece Türkiye’nin bir özelliği olmaktan çıkmıştır, neredeyse ABD’de bile Trump’dan Biden’a geçiş bir darbeye varacaktı. Ankara’nın siyasi gerilim konusunda zengin bir birikimi olduğu gibi, ayrıca bugünün dünyasında bu yönde önemli birikimler vardır. Günümüzün bir özelliği olarak inişli çıkışlı bir gidiş yaşanmaktadır. ABD’de, Latin Amerika’da, İsrail’de yeni faşizmin yükseliş dalgasına karşı gelişimler yaşanırken, kimse bulunduğu mevziden emin olamıyor. İdeolojilerin öldüğü, kapitalizmin de büyük bir tıkanma içine girdiği dünyamızda yalpalayarak gidiş, bitmek bilmeyen belirsizlik dalgaları dönemin özelliği olmaya devam ediyor.
Bugün bir yenisinin içinden geçerken, Cumhuriyet’i önemli siyasal hesaplaşmaların yaşandığı üç döneme ayırmak mümkündür. İçinden geçmekte olduğumuz öncekilerden oldukça farklı özellikler taşıyor. Öncekiler sanki bildik bir denklem üzerinden gelişip sonuca varıyordu; günümüzde yaşanan süreç bildik denkleme göre gitmediği gibi, şimdilik nereye gideceği de belli değildir.
Tek parti döneminin sonlarında kızışıp 27 Mayıs darbesi ile sonuçlanan on beş yıllık süreç, başlarda Cumhuriyet için yeni bir umut, “çok partili” demokrasiye geçiş olarak algılanmıştı. Menderes “hürriyet” şiarıyla yola çıkmıştı. Erdoğan da “ileri demokrasi”, “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” şiarlarıyla yola koyulmuştu. Menderes, 1950’lerin sonuna doğru seçimleri kaybedeceğini görünce “tahkikat komisyonu” manevrasıyla CHP’yi kapatmayı denemişti. Yükselen gerilim ve kilitlenen siyasetin sonu 27 Mayıs darbesi oldu.
Bu süreçle askeri vesayet, MGK ile kurumlaştı. Ancak “çoğunluk diktasına karşı” yeni anayasada nispi temsil sistemi, “sınıfa dayalı” partilerin kurulabilmesi, çift meclis gibi dengeleyici araçlar getirildi. Aslında 27 Mayıs Anayasası Cumhuriyet’in gördüğü en “demokratik” anayasa oldu. Bu özelliklerinden dolayı 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin hedefindeydi; Kenan Evren 27 Mayıs Anayasasını toptan “ilga” etti.
Bu siyasal egemenlik çatışmasının altında yatan devletçi ekonominin temsilcisi ve yürütücüsü CHP ile yine bu sistemin beslediği ilk kuşak finans kapitalin ekonomideki yerini alma mücadelesidir. Siyasi alandaki görünümüyle CHP ve DP arasındaki güç savaşı, askeri darbe ve Yassıada mahkemeleriyle sonuçlandı.
Bir kez finans kapital gürbüzleşmişti, bu nedenle kendi yerini edinme mücadelesi sona ermedi ve 1960’lar sonrası bu egemenlik savaşı devam etti. Devletçi ekonomi erirken finans kapital yeni ekonomi politikalarıyla büyümeye devam etti. Bu döneme Demirel ve AP damgasını vurmuştur.
1960’larla başlayan ikinci dönemin egemenlik savaşlarının aktörleri büyük ölçüde değişti. Artık politik sahneye çok farklı güçler; sol, sosyalist, devrimci hareketler, yoğun işçi ve öğrenci hareketleri çıktı. CHP bile önce İsmet İnönü ile “ortanın solu”, sonra Ecevit ile “demokratik sol” yoluna çıktı. 12 Mart sonrasında ortaya çıkan siyasi saflaşma dönemin sembolü olmuştur. Bir yanda AP, MHP ve MSP’den (Demirel, Türkeş, Erbakan’dan) oluşan “Milliyetçi Cephe”, tam karşıda tüm örgütlenmeleriyle devrimci hareket ve ortada sallanıp duran CHP, o günlerin siyaset sahnesindeki tüm aktörleri kapsar.
Bu dönemi siyasal karakteri açısından 1960’lardan başlatıp 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle 1990’ların sonuna kadar getirmek hatalı olmaz. 12 Eylülle siyasi partilerin adları değişmiş olsa da, Özal, ANAP ile “dört eğilimi” temsil etmiştir. Bugün sesi soluğu çıkmayan TÜSİAD’ın bu dönemdeki rolü unutulmazdır. Mektuplarla orduyu müdahaleye çağırmış, akıl vermiştir. Erdoğan “sizin cibilliyetinizi biliriz” derken bu gerçeği hatırlatıyor.
12 Eylüle rağmen devrimci hareket yok olmamış, 90’lı yılların sonlarına kadar düzenin hedefi olmaya devam etmiştir. 90’ların başında devrimci hareket sosyalist sistemin yıkılmasının da etkisiyle hızla zayıflamaya başlarken bu kez Kürt Özgürlük Hareketi 80’lerin ortalarından itibaren yükselişe geçmiş, 90’lı yıllarda büyük gelişmeler göstermiştir.
Bugün Kürt Özgürlük Hareketinin demokrasi mücadelesinin anahtar gücü haline gelmesini dikkate alırsak, 80 sonrasında Devrimci Hareketin ve Kürt Özgürlük Hareketinin paralel yükselişinin gerçekleşmesi durumunda düzenin nasıl bir “tehdit” altına gireceğini öngörmek zor değildir. 90’ların sonuna doğru devrimci hareket büyük darbelerle geri noktalara püskürtülürken, Kürt Özgürlük Hareketi de önemli bir stratejik dönüşüm içine girmeye zorlanmıştır.
90’lı yıllarda düzenin bütün çabası Devrimci Hareket ve Kürt Özgürlük Hareketinin buluşmasını engellenmek üzerine kilitlenmiştir. Ve bunu sağlamıştır.
Düzenin bu kazanımı aynı zamanda onun bazı önemli kayıpları pahasına gerçekleşmiştir. Bir yandan ideolojik ve siyasi güç olarak Kemalizm çürümüş, Siyasal İslam ise güçlenmiştir. Devletin çeteleşmesi, “bin operasyon” , uyuşturucu trafiğinin çok artması devletin ve düzenin o zamana kadar gelen geleneksel yapısını bozmuştur. İki halk hareketinin buluşması bir anlamda devletin yozlaşması ve bozulması pahasına engellenebilmiştir.
Cumhuriyet tarihinde 1960-80 arası şimdilerde sık söylendiği gibi “Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” için önemli bir tarihsel fırsattı. 1950’lerde olduğu gibi iki egemen zümrenin güç savaşı değil de halkların düzene karşı büyük mücadelesi bu fırsatı yaratmıştı.
İki binlerin başında içinde bulunduğumuz döneme girildi. Ordu “kriz çözücü” ve vesayetçi rolünü yitirdi. Ancak bu kez çok daha güçlü bir şekilde Saray vesayet rejimini yeniden örgütledi. Öncekinde ordu “siyaset dışı” konumunu koruyarak vesayet sistemini yürütürken, artık Saray ve AKP bunu çok açık ve çıplak bir biçimde yapmaktadır.
Bu durum ideolojik olarak Siyasal İslam’ı hızla yıpratırken, aynı zamanda Sarayda toplanan güç korkutucu görünse de, meşruiyeti çoktan yıprandığı için gücün kullanımı gittikçe sorunlu hale gelmektedir.
Dönemin en özgün yanı, uzun yıllar finans kapitalin Anadolu’daki bayileri ölçüsünde kalan sermaye kesiminin, Erbakan günlerinden beri kendi yolunu kurmaya başlamış, AKP iktidarı ile devlet imkânlarıyla destekli olarak büyümüş olmasıdır. Finans kapitalin yarım yüzyıldan fazla süren Batılılaşma macerası tıkanmış, böyle bir ortamda Siyasal İslam’ın ve onun her yoldan çılgınca sermaye biriktirme yolları açılmıştır. Finans kapital ile arkadan gelen yeşil sermaye arasındaki güç savaşı arttıkça, bu gerçeklik hemen bütün kurumların içine sızarak büyük bir kurumsal yozlaşma yaratmıştır.
Yeni düzenin bir diğer önemli özelliği yaygın bir sadaka toplumu yaratmasıdır. 22 milyon insan “yardım” almaktadır. Ancak bu Avrupa refah devletlerindeki gibi kurumsal bir yapı değil, siyasal kayırmalara dayanan bir yozlaşmadır.
Düzen bir kez daha ekonomik ve siyasal olarak tarihinin en büyük krizi içinde bocalarken “siyaset dışı” konumlanan ve çözücü misyonu üstlenen ordu artık yoktur. Bu rolü Saray üstlenince bütün yıpranmışlığı ve yozlaşmışlığı ile her geçen gün “çözücü” bir role sahip olmadığı görülüyor.
Cumhuriyet tarihinin yarattığı bilinç ve alışkanlık ile büyük kitleler böyle krizlerde bir rol oynamak yerine, askerin “çözücü” eylemini beklemeyi yeğlemiştir. Artık tablo çok farklı olduğuna göre olaylar hangi kanallardan akabilir?
Rivayetler muhtelif! “Erdoğan kaybedeceği seçime girmez”den “iç savaş hazırlığına” uzanan söylentilerin gerçek bir yanı vardır. Kitleler alışık olmadıkları bir durumla karşı karşıyalar: Krizden çıkışın yollarını kendileri döşeyecektir.
Bunun anahtarı gizli, erişilmez yerlerde değildir. Düzen 90’lı yıllarda Devrimci Hareket ile Kürt Özgürlük Hareketinin buluşmasını kan teri dökerek engelledi. Bu sadece bir zor uygulaması değil, aynı zamanda bir yanlış bilincin yaratılması savaşıydı. Sonraki yıllarda bu buluşma ihtimaline karşı devletin tepkileri çok öğreticidir. 2013 Gezi isyanında bu başarılamadı, ancak olma ihtimali bile Erdoğan’ı çileden çıkartmaya yetti.
Düzeni çileden çıkartan diğer bir gelişme 7 Haziran seçimlerinde yaşandı. Halkların bu buluşmasının bedelini iktidar ülkeyi altı ay kana bulayarak ödetti. Bu büyük yaralanmadan iyileşmeye doğru ilk önemli adım dört yıl sonra mahalli seçimlerle atıldı. Saray seçimin sonuçları karşısında çileden çıksa da kaybettiği mevzileri geri alamadı.
Bir tarihsel dönem başlıyor. O nedenle bir seçimle ve Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi “altı ayda” işler yoluna girmeyecektir.
İki gerçeklik öne çıkıyor. İlki, Cumhur İttifakı’nın demokrasi güçlerinin ve halkların buluşmasının yolunu kesme araçları yıllardır kullanıla kullanıla yıpranmıştır. Devletin bekası, her yerde terörist görme paranoyaklığı büyük ölçüde deşifre olmuştur. Bu durum demokrasi güçleri için bir avantaj yaratmaktadır. Ancak bunun karşısında diğer gerçeklik durmaktadır. Cumhur İttifakı demokrasi güçlerinin, halkların buluşmasının yollarını kesmek için her şeyi göze almaya niyetli görünüyor.
Bu tehditleri boşa çıkartmanın yolu örgütlenmeyi güçlendirmekten geçiyor. Yaşadığımız tarihsel dönem yaşanan krizde kitlelere izleyici değil, bilinçli ve aktif davranış rolünü yüklüyor. Provokasyonlar her zaman mümkündür. Onların hem yolunu kesmek, hem de etkisini azaltmak ancak örgütlü ve bilinçli kitlelerle mümkündür.
Kürt Halkı kırk yıllık mücadelesinin bir kazanımı olarak büyük ölçüde bilinçli ve örgütlü bir seviyeye yükselmiştir. Devrimci ve demokrat güçler bu açıklarını kapatabildikleri ölçüde Cumhur İttifakı’na yürüyecek yol kalmayacaktır.