Akışın hızına uyum sağlamak
Bugün faşist rejimin konsolidasyonu önündeki en büyük engel, işsizlik ve yaşam pahalılığının kontrolsüz bir şekilde yükselişinin alt sınıflarda yarattığı huzursuzluktur.
İktidarın ekonomik koşulların da öncelikli etkisiyle ağır ağır da olsa toplumsal desteğini kaybetmesine rağmen siyasi güç dengelerinin hala güçlü bir biçimde değişemiyor oluşu sükûnet içerisinde bir iktidar değişimi olasılığını giderek azaltıyor. Önümüzdeki dönemin politik gelişmelerinin de şelalenin dökülme noktasına yaklaşılıyormuş gibi hızlı akacağını düşünmemizin en önemli gerekçesi bu.
Diyanet İşleri Başkanı’nın son günlerde göze batan ve din devletini çağrıştıran çıkışları iktidarın bir dinci entelijansiyanın elinde olması nedeniyle yaşanmıyor, tam tersine kısıtlanan mali olanakların özellikle güvencesiz emekçilerin rızalarını devşirme noktasında yetersiz kalmasının yarattığı bir boşluğu ikame etme çabası söz konusu. Faşizm dahi toplumun her kesiminden değil ama belli kesimlerinden en azından pasif rıza üretemeden sürdürülebilir bir rejim inşa edemez. Dolayısıyla örneğin Sungur Savran’ın AKP’nin kıdem tazminatının kaldıramayışını faşizmin yokluğunun delili olarak ortaya koyması faşizm ile ezilenler arasındaki ilişkiyi yerli yerine oturtamamış bir bakış açısının yansıması olarak değerlendirilmeli. Bugün faşist rejimin konsolidasyonu önündeki en büyük engel, işsizlik ve yaşam pahalılığının kontrolsüz bir şekilde yükselişinin alt sınıflarda yarattığı huzursuzluktur. Bu tabii ki tek etken değil ancak AKP iktidarının yükselişinde özellikle kent yoksullarıyla kurduğu bağın belirleyiciliği düşünüldüğünde burada yaşanan kopmaların da önemi anlaşılacaktır.
Hayat pahalılığının ulaştığı boyutlar, ortalama bir emekçi ailesinin yaşamını sürdürebilmesini neredeyse imkânsız hale getiriyor. Yaklaşık 2,1 milyon hanenin elektrik faturasını ödeyemediği, yine 2,5 milyon hanenin sosyal yardıma muhtaç koşullarda yaşadığı biliniyor. Okulların ve üniversitelerin açılması sonrasında büyük şehirlerde konut talebinin artması kira krizini gündeme getirdi. Kimi metropollerde Berlin başta olmak üzere kira artışlarına karşı mücadelenin kimi kazanımlar elde edebildiğini biliyoruz. Bugün özellikle İstanbul’da metro ile ulaşılabilen semtlerde 2000 liranın altında ev bulunamıyor hale gelmesi kentsel altyapının göreli gelişiminin toplumsal iyiyi değil de kent rantını artırma işlevine sahip olduğunu gösteriyor.
2800 liralık asgari ücret Türk-İş’in (gerçekten böyle bir sendika konfederasyonu var mıydı? İnsan hayal meyal hatırlayabiliyor) belirlediği açlık sınırı olan 2926 liranın altına düşmüş durumda. 4 kişilik aile için yoksulluk sınırı 9533 lira. Enflasyonun %20’lere yakın bir noktada yapışıp kalması, iktidarın arka arkaya tetiklediği kur krizlerinin ortaya çıkardığı bir sonuç. Üretici fiyatları endeksi ile tüketici fiyatları endeksi arasındaki fark ise enflasyonun kısa sürede aşağı inemeyeceğinin en güçlü delili. Enflasyon ve hayat pahalılığı, artmayan ücret gelirleriyle birleşince borçluluktaki artış ve bankalara, finans kapitale bağımlılık daha şiddetleniyor. Borçluluk Toplumu’nda, finansal sermaye toplumun neredeyse tüm sömürülen kesimlerini ikinci kez sömürecek mekanizmaları yaratmış durumda. Bireysel kredi kullanımı Haziran 2021’de %27 oranında arttı, bu kredilerin yarısıysa ihtiyaç kredilerinden kaynaklanıyor. Bireysel kredi kullanan toplam kişi sayısı 35 milyona ulaştı. İşsizlik, borçluluk ile birleştiğinde gerçek bir sosyolojik çöküşün alt yapısını da hazırlamış oluyor.
Ülkenin kaderini belirleyecek konu, politik gelişmeler şelalenin döküm noktasına yaklaşırken şiddetlenen işsizlik ve pahalılığın bağımsız bir sınıf hareketini büyütüp büyütemeyeceğidir. Bu huzursuzluğu mülteci ve göçmen karşıtlığı üzerinden alternatif bir faşist konsolidasyonun mayası haline getirmek isteyen politik aktörler de sahadadır. Oysa sosyalistlerin bu nesnel duruma elbirliğiyle acil bir müdahale aracı geliştiremeden, görece dağınık ve hareketsiz gelmiş olmaları kısa vadede aşılması gereken bir tarihsel talihsizlik görüntüsü vermektedir. Güvence Hareketi olarak bu zaafiyetin aşılmasında, ortak bir taktik hattın inşasında üzerimize düşen rolü oynamaya hiçbir kompleks ve önyargıya sahip olmaksızın açığız. Kimin yaptığının değil neyin yapıldığının çok daha önemli olduğu bir momentteyiz. Önümüzdeki 30 yılın politik parametrelerinin şekilleneceği bir büyük hesaplaşmaya işçi sınıfının böylesine dağınık ve kendi inisiyatifinden mahrum bir biçimde girmesine hiçbir sosyalist gücün tahammülü olmasa gerekir. Bu dağınıklık, bir direniş fraksiyonun ortaya çıkması için önkoşul olan örgütleyici çekirdek öncü gücün ortaya çıkmasını da engelliyor.
İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele’nin güncel biçimi olarak güvence talebimizi yukarıdan aşağıya bağımsız bir sınıf hattının, işyerlerindeki çabalarımızı da bütünleştiren bir akarsuyun yatağı olarak inşasında temel öge olarak güncellemeli ve derinleştirmeliyiz.