Güvence Hareketi: Eleştiriler ve Cevaplar

Sınıf savaşının belirleyiciliğine inanan bir politik aktörün burjuvaziden ricacı duruma düşeceğini varsaymak ve bunun üzerine bir eleştiri geliştirmek bu haliyle yersizdir. İşçi sınıfının gelire ulaşma hakkının elinden alınmasından daha somut bir sorunu olabilir mi?

Pandemi ve işsizlik karşısında yapayalnız bırakılan Türkiye işçi sınıfı, yeni bir darbe ile karşı karşıya. Nakdi gelir desteğinin ve kısa çalışma ödeneğinin Mart sonu itibariyle kaldırılacağı Erdoğan tarafından açıklandı. İşten çıkarma yasağının 2 ay daha uzatılmasına rağmen Kod-29 fiilen bir işten çıkarma olanağı olarak yaygın biçimde kullanılabiliyor. Dolayısıyla pandemi kontrol altına alınamadan, aşılamada belirleyici bir mesafe kat edilemeden, mutant virüsler birçok ülkede yeni dalga risklerini yükseltmişken Mart başında gerçekleşen kısmi açılmanın gerçek amacının ne olduğu da ortaya çıktı.

Türkiye bırakalım G-20 ülkelerini, en yoksul ülkeler kategorisinde bile vatandaşlarına en az nakdi gelir desteği dağıtan ülkelerin başında geliyor. “Türkiye’nin yaptığı harcama, 7,9 trilyon dolarlık küresel gelir desteği ve nakit harcamanın içinde sadece binde 1 oranındadır. Covid-19 döneminde hükümetlerce yapılan nakit harcama ve gelir desteklerinin GSYH içindeki payının en az olduğu üç ülke ise Meksika, Türkiye ve Arnavutluk oldu. Bu harcamaların çok önemli bir kısmı da işsizlik sigortası fonu tarafından, yani işçinin kendi parasından karşılandı. Kamu bankalarının bilançolarını batık inşaat şirketlerinin borçlarını yapılandırmak ve hormonlu büyümeyi teşvik etmek için negatif faizli bol keseden kredilerle hallaç pamuğu gibi atan iktidar, halka pandemi koşullarında bir güvence şemsiyesi sağlamak noktasında sınıfta kaldı. Bu durum, bütçe yetersizliğinden değil siyasi tercihlerden kaynaklandı. Bu siyasi tercihi mümkün kılan ise parça parça yükselen öfkeli seslere ve tepkilere rağmen işçi sınıfı hareketinin politik bir ağırlık yaratmayı başaramaması oldu. Saray rejimini, burjuvazinin tüm katmanları için hala cazip bir seçenek kılan sermaye-işçi sınıfı arasındaki bu güç dengesini koruyabilmesi ve toplumsal artığın en büyük porsiyonunu sürekli biçimde tekelci sermayenin hizmetine sunabilmesidir. Emekçi sınıfların siyasal islamın ve milliyetçiliğin sersemletici politik hegemonyasından kurtulabilmesi için bu durumun teşhiri son derece önemli.

Geniş tanımlı işsizlik rakamlarının 10 milyonlara işaret etmeye başladığı koşullarda gelir güvencesinin istihdam koşulundan bağımsız ele alınması giderek bir zorunluluk haline geliyor. 2008 krizinin de gösterdiği gibi finans kapitalin tekelci hakimiyeti, krizlerin en doğal etkisi olan sermaye değersizleşmesine mâni oluyor, emperyalist devletler küresel piyasaları paraya boğarak zombi şirketleri ayakta tutuyor. Sermaye değersizleşmedikçe yatırımların karlılığı yükselmiyor, büyüme oranlarının düşüklüğü verimlilik artışları sonucunda toplam istihdamı gerileten etkiler yaratıyor. Pandemi sonrasında belli sektörlerde daha da hızlanan otomasyon da işgücünün belli öbeklerini istihdam dışına itiyor.  Ekolojik krizin kapsamı ise yüksek büyüme oranlarına dayalı bir istihdam toparlanmasının zeminini daraltıyor. Büyümenin bir istihdam yaratma aracı olarak agresif bir biçimde kullanılması giderek daha fazla sorgulanıyor.

Etkileri tüm dünyada gözlenen sanayisizleşme, istihdamın kalitesini de azaltıyor. İstihdam altı kategoriler belirginleşiyor, eğreti istihdam yaygınlaşıyor, emek gelirlerinin milli gelir içindeki payının azalması ise yetersiz talep-aşırı üretim ve kapasite fazlası sorunlarını daha da derinleştiriyor. Finan-kapital, servetin yeniden dağıtılmasını engelledikçe ve piyasalara saçılan dolarları (2008’de yaklaşık 9 trilyon dolar seviyesindeki küresel emisyon, günümüzde 36 triyon dolara kadar çıktı) finansal piyasalar aracılığıyla kendi servetlerine ekledikçe kapitalizmi sürdürülebilir olmaktan hızla çıkarıyorlar. Kapitalistlerin kar hırsı, kapitalizm açısından da yıkıcı sonuçlar yaratıyor. ABD Merkez Bankası (FED) tahvil genişlemesi politikasını durdurduğunda yaşanabilecek bir çöküşün dedikodusu bile şiddetli türbülanslar yaratabiliyor.

Böylesi koşullarda sosyalistlerin güçlü bir alternatif söylem ve hareket oluşturamamaları çok büyük ve yoğunlaşılması gereken bir sorun. Bu açıdan genel olarak güvence ya da özel olarak gelir güvencesi talebinin alternatif program boşluğunu doldurma kapasitesinin altını çizmek gerekiyor. Güvence talebi, toplumsal olanın çözülüşünü temel hedef olarak belirleyen ve piyasa ilkelerinin hayatın tüm alanlarına hâkim olmasını dayatan neoliberal tasavvurun mutlak bir karşıtını oluşturuyor.  Neoliberalizmin alameti farikası güvencesizleştirme ve metalaştırmadır. Dolayısıyla karşı hegemonya mücadelesinin de güvence arayışına ve metasızlaştırma arayışına dayanması oldukça anlaşılırdır. Neoliberal kapitalizmin çözücü etkilerine karşı güvence mücadelesi, toplumu yeniden emek-sermaye çelişkisi ekseninde inşa edecek bir sınıf hareketi inşasının gerekçesi haline gelebilir.

Tarih boyunca bütün toplumların bir tür güvence rejimine sahip olduğu rahatlıkla görülebilir. Sınıflı toplumların öncesinde güvence, klanın ayrıştırılamaz bir üyesi olmaktan kaynaklanıyordu. Bireysel olarak hayata tutunması mümkün olmayan insan, içinde bulunduğu topluluğun kolektif aksiyon yeteneğinin sağladığı güvenceye muhtaçtı, aforoz edilmek ve dışlanmak ölümle eş anlamlıydı. Üretici güçlerin gelişmesi topluluk ile bireyin giderek ayrışması yönünde bir eğilim yarattı. Topluluktan ayrışma ve bireyleşme bir taraftan özgürleşme olarak yaşanırken mutlak eşitliğin kaybı da sınıfsal ayrışmaların kök salmasına yol açtı, eşitlik ve özgürlük arasında açığa çıkan bu kopuşma komünizmde yeniden sentezlenene kadar kendi evrimlerini takip etmeye başladılar. Neolitik devrim sonrasında toprağın temel zenginlik kaynağı olarak ön plana çıkmasıyla toprağın kullanım hakkı ya da mülkiyeti en önemli güvence kaynağı haline geldi. Kapitalizmin gelişimi ise kişiyi topraktan kopardı. Topraktan ve üretim araçlarından kopuş bireyler için kendi kendine yeterlilik zeminini de ortadan kaldırdı. Topraktan kopan ve işçileşen emekçi iş piyasasına muhtaç hale geldi.   Üretimin giderek toplumsallaşması ve genelleşmiş meta üretimi formunu alması sonrasında ise gelir güvencesinin temel kaynağı istihdam olageldi. Topraktan kopan emekçi kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi için bir zorunluluktu. Dolayısıyla burjuva devrimleri, köylüleri feodal bağ ve yükümlülüklerinden kopararak aynı zamanda güvencesizleştirdi. Emek gücünden başka satacak bir nesnesi olmayan insanın inşası, ilkel sermaye birikim sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Sermaye ilişkisinin köylülüğün mülksüzleşmesi ve işçileşmesi olmadan düşünülebilmesi imkansızdır.

İşçinin ancak çalıştığı sürece toplumsal zenginlikten pay alabilmesi kapitalist üretim ilişkilerinin esasıdır. Üretilen artığa üretim araçları sahipliği gerekçesiyle el koymak ise bu ilişkinin burjuvaziye sağladığı ayrıcalıktır. Dolayısıyla kapitalist üretim ilişkilerinin aşılması açısından istihdam ile gelir arasındaki zorunlu ilişkiyi koparmak ve üretim araçlarına sahip olmanın getirdiği hakların ilgası en temel halkaları oluşturmaktadır. Güvence talebi bu açıdan bir yardım lütuf arayışını değil kapitalist üretim ilişkilerinin köklü bir biçimde dönüştürülmesini hedefler.

“Temel gelir güvencesi önerisini yapanlar işçi sınıfını iktidar mücadelesi veren bir politik özne olarak görmüyor. Yardım edilmesi gereken bir sosyal ekonomik kategori olarak değerlendiriyor.

Solun en ağır kriz koşullarında dahi emekçi sınıfların önüne ikna edici bir mücadele programı koyamıyor oluşu bu tür anlamsız ezberlerden yola çıkıyor. Bir fikre ya da öneriye itiraz ederken bu fikrin hangi noktalarda temellendirildiğine bakmadan, işkembe-i kübradan sallamak en çok içine düşülen hatalardan birisi. Güvence Hareketi, adı üstünde kendisini bir hareket olarak inşa etmeyi, güvence talebi ekseninde kendisini bir politik sınıf hareketi olarak kurmayı hedefliyor. Kapitalizmin işçi sınıfını pandemi koşullarında “ya ölüm ya açlık” ikilemiyle yüz yüze bırakmasına karşı uygulanabilir ve hayata geçirilebilir ve dolayısıyla da sınıfı politik bir aktör olarak inşa edebilir bir talebi ortaya koyuyor. Güvence Hareketinin talebi devlete ya da finans kapitale dönük değil tam tersine işçi sınıfına yönelik bir örgütlenme çağrısı niteliğinde. Esas mesele işçi sınıfının hakkı olanı alma noktasında bir kararlılık ve örgütlenme koyup koyamayacağıdır. “. Dolayısıyla gelire ulaşma hakkı ile çalışma yükümlülüğünü birbirinden ayırmayı temel bir program olarak benimseyen, işyeri bazlı sınıf hareketlerinin genele hitap edebilme zaaflarını ikame edecek merkezinde politik toplumsal hareketlerin olduğu yukarıdan aşağıya bir sınıf hareketi inşası acil bir güncel görev haline geliyor. Yukarıdan aşağıdanlık ile aşağıdan yukarıdanlık birbirini besler biçimde ele alındığında muhakkak ki bir sorun yok ancak kilidi açacak temel müdahalenin yukarıdan aşağıya bir toplumsal mücadele ile ortaya çıkabileceği tespitinde derinleşmemek sosyalistlerin hareket kapasitelerini sınırlıyor. Ya Godot’yu bekler gibi sınıfın hareketlenmesine kadar önemli bir çıkış yapılamayacağı ümitsizliği belirginleşiyor ya da sınırlı enerjiler sendikal çalışmaların dehlizlerinde yok oluyor” YOL Dergisi’nin 2020-2021 Kış sayısındaki giriş yazısı durumu böyle tespit ediyor. Dolayısıyla sınıfı bir politik aktör olarak inşa etmeyi hedefleyen bir talebi dilencilik olarak lanse etmeye çalışmak hedefi mutlak biçimde ıskalamaktadır. Ama tabii kimsenin boş konuşma hürriyetini elinden alabilmemiz mümkün değil.

“Bu önerinin muhatabı belli değildir. Devlet mi? Sermaye mi? Yoksa işçi sınıfı mı? Eğer çağrı devlete ve sermayeye yapılıyorsa her iki kesimin neoliberal politikalardan vazgeçmeye niyetinin olmadığı, bilakis emekçiyi insanlıktan çıkaran koşulları dayatmada en küçük bir geri adım atmaya niyetli olmadıkları ortadadır. İşçi ve emekçilerin mücadelesi karşısında geri adım atmak, taviz vermek zorunda kaldıkları her durumda ise bunun faturasını karşılamak için sömürüyü yoğunlaştırıp, hak gasplarını yeniden ve yeniden gündeme getirmekten vazgeçmeyecekleri açıktır. Kaldı ki işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri kendi gündelik varoluş mücadelesi içinde çok daha somut sorunlarla boğuşmaktadır”

EMEP’in temel gelir güvencesine dönük eleştirisinde de benzer bir boyut bulunmaktadır. Sosyalistlerin birbirlerinin zekâsı ve birikimi konusunda daha güvenli bir noktada durması gerekmektedir. Sınıf savaşının belirleyiciliğine inanan bir politik aktörün burjuvaziden ricacı duruma düşeceğini varsaymak ve bunun üzerine bir eleştiri geliştirmek bu haliyle yersizdir. İşçi sınıfının gelire ulaşma hakkının elinden alınmasından daha somut bir sorunu olabilir mi? Gelire ulaşamayan bir emekçi için, ay sonunu getiremeyecek bir işçi için, varını yoğunu satmasına gırtlağına kadar borçlanmasına rağmen yaşamaya devam edecek mecali kalmayan bir kişi için temel gelirden daha somut nasıl bir talep olabilir? Güvenceli bir biçimde gelire ulaşma hakkının olmayışının işçi sınıfını örgütlenmekten caydıran, itiraz edemez hale getiren en önemli etkenlerden birisi olduğunu en iyi bilecek arkadaşların başında EMEP’li dostlar gelir. Sendikalılaşma oranlarını en çok baskılayan güvencesizlik değil midir? Esnekleşme bu yüzden egemen sınıfın en temel meselesi değil midir? Kıdem tazminatı da bu yüzden bu kadar göze batmamakta mıdır?

“Marks bir başka eserinde şöyle söyler. “Bu adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret gibi tutucu slogan yerine, bayrakları üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar. Ücretliliğin kaldırılması.

Yazar temel gelir güvencesini eleştirirken sürekli batıya giderek doğuya ulaşmaya çalışan Kolomb gibi ücretlilik ilişkisini sorgulayan bir alıntıya ulaşıyor. Diğer bazı eleştirmenlerin yaptığı gibi gelir güvencesini reformist bulup onun yerine asgari ücretin artışı için mücadeleyi önerenlere Marksın 200 yıl öncesinden verdiği sağlam bir cevabı ortaya koyuyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin gerçek dönüşümü ücretlilik ilişkisinin aşılması ile mümkündür ve bu da istihdamın gelire ulaşmanın tek yolu olmaktan çıkması ile gerçekleştirilebilir. Toplumsal üretimden pay alabilmek için gerekli koşul yaşamaktır, çalışmak değil. İşsizlik üretim tarzının yarattığı bir arazdır ve bunun sorumlusu işçi birey değildir. Toplumsal artıktan pay sahibi olmak için nefes alıp veriyor olmak yeterlidir. Hele de bugün toplumsal üretimin ihtiyaçlarını karşılama kapasitesindeki muazzam artış düşünüldüğünde bu çok daha böyledir.

İşçi sınıfının politik bir hareketi yoksa kapitalizmi aşma perspektifi olduğu iddia edilebilir mi? Kimi arkadaşlar oturdukları yerden sahip oldukları, kitlesel bir güce dönüşememiş “kapitalizmi aşma perspektifleri”ni her ihtiyacın ikamesi, her sorunun cevabı olarak görebiliyorlar. Sorun bu perspektife sahip ve sınıfın ana gövdesini temsil eden bir hareketin hangi total talep ekseninde inşa edileceğidir. Dağınık ve sendikal ölçekte ortaya çıkan, işyeri bazlı sorunlardan hareket eden, ortaya çıkış gerekçeleri itibariyle çeşitlilik içeren mücadeleleri kapitalist üretim ilişkilerini zorlayan bir toparlayıcı programa nasıl kavuşturacağımızdır. Sınıfın bir seksiyonu içinde sendikal çalışma yapmanın, çalışma koşullarını düzeltmeye yönelik çabaların özsel bir  “kapitalizmi aşma perspektifi” ne ölçüde bulunmaktadır? Bugün sosyalizm propagandası, sosyalizmin işçilere somut olarak ne kazandıracağı üzerinden yapılabilir. Sosyalizm sosyalistler açısından toplumsal mülkiyet ise işçiler açısından en çok güvencedir, yarına güven duyabilmektir, yalnız ve çaresiz kalmayacağına dair bir inançtır, toplumun bir rakipler ve düşmanlar yığını değil bireyin evi olduğuna itimattır. Sosyalizmin güncel bir biçimde, yeni bir dille anlatılması ve örgütlenmesi çabaları kitsch dizi videoları ve ezberden karalamalarla itibarsızlaştırılamaz.

“Sürekli kriz halindeki kapitalizm, bir sonraki muhtemel darboğazını yaşarken açığa çıkacak olan aşırı üretim krizini tüketim için gerekli paranın TG ile topluma dağıtılması aracılığıyla aşar, çünkü toplumun tüketim kapasitesi işsizliğin sebep olduğu gelir yoksunluğundan kaynaklı azalmıştır. Böylece aşırı üretim malları tüketilirken dolaşımın sürekliliği sağlanmış olur. Diğer bir risk ise işsiz kalan kitlelerin artan eşitsizlik ve sömürüye karşı anti-kapitalist bir ayaklanma içine girmeleri ya da en azından bu sebeplerle devlet ve sermaye tarafından kontrol edilemez duruma gelmeleridir. TG bu nedenle, kitlelerin kapitalist sisteme entegrasyonunun ve kontrol edilebilirliğinin sürekliliğini sağlayacak sacayaklardan biridir.” Buradaki eleştiri de benzer biçimde neoliberal krizin, kendiliğinden Keynesçiliğe yol açacağına dair bir beklentiye dayanmaktadır, oysa dönemin güç dengeleri söz konusu olmadığında neoliberalizm talanında ısrarcıdır. Bu arkadaşlar hiçbir ülkede uygulanmayan bir temel gelir projesini “burjuvazinin en büyük oyunu” tadında lanse etmektedirler. Bu kadar etkili bir araç egemen sınıflar tarafından neden kapsamalı bir biçimde hayata geçirilmemektedir? Yazının ilerleyen bölümlerinde temel gelir talebine karşılık alternatif olarak kısa iş gününün gösterilmesi en azından Marksist emek değer teorisi açısından bir “ha ali veli ha veli ali” önermesi değil midir? Ücret, emek gücü üretiminin birim zamandaki karşılığı ise temel gelir ödenmiş emek miktarını artırarak işgününü fiilen kısaltmış olmaz mı? Güvence talebini yeterince radikal bulmayanların en önemli zaafı onun yerine daha radikal bir talep ikame etmekte içine düştükleri büyük zorluktur.

Egemen sınıfların hedef şaşırtmak için temel gelir önermesi geliştirdiklerine dair galatı meşhurun en önemli ise dünyanın hiçbir ülkesinde gelir güvencesinin uygulanmıyor oluşudur. Zamanında Friedman’ın negatif gelir vergisi ve helikopter para dağıtımını önermiş olması sosyal devletin ortadan kaldırılması karşılığında bir sus payıydı ancak bu 1970’lerin dünyası için geçerliydi. Bugün ortada sosyal devlet, tam istihdam politikaları ya da planlamacı devlet olguları bütünüyle ortadan kalkmışken krize karşı toplam talebi artırmak için helikopterle para saçılacağına inanmamızı gerektiren hiçbir durum yok. Halkın temel gelir güvencesi talebine zaten ilk müdahaleyi sosyalistlerin yapmasındaki iştaha bakılırsa solun kendi zihinsel safralarından kurtulamadıkça yükselme şansının ve bir talebi toplumsallaştırma olanağının bulunmadığı da görülüyor.

“Buradaki öneri temel gelir vasıtasıyla bir bölümü kapitalizm ortadan kaldırılmadan hayata geçmesi imkânsız olan kimi sonuçların doğmasını beklemektedir. Kapitalizm tanım gereği emek gücünün ve emeğin geçim araçlarına metalaştırılmasına dayanan bir sistemdir. Kapitalizm ortadan kaldırılmadan emeğin ve geçim araçlarının metalaştırılmasının ortadan kaldırılması mümkün değildir”

Bu itirazın kendisi de aslında reformist olarak görülen bir talebin radikal çerçevesini ortaya koymuş olmuyor mu? İşçi sınıfının temel gelir güvencesine ulaşabilmek için kapitalizmi aşmak zorunda olduğuna dair bir bilince örgütlü bir mücadele içinde kolektif bir biçimde ulaşmasını sağlayacaksa böylesi bir talebe sırt dönmek bu kadar kolay hayata geçirilebilir mi? Emek gücünün temel hizmetlerin kamusallaştırılması yoluyla metasızlaşması, yeniden üretim emeğinin kadının sorumluluğu olmaktan çıkarılması ve toplumsallaştırılması kapitalist üretim ilişkilerini kökten dönüştürecek taleplerdir. EMEP bu talepleri gerçekleşmesi imkânsız olarak görmektedir. Doğruluk payı olsa bile işçi sınıfının böylesi bir taleple düzenin sınırlarını keşfetmesi neden örneğin asgari ücretin vergi dışı bırakılmasından daha “geri” bir talep olduğu ikna edici bir biçimde iddia edilebilir mi?

Sosyalistler olarak sınıfı potansiyeli oranında bir yıkıcı politik güç haline getirmekte başarısızız. Güvence Hareketi bu başarısızlığa ezberleri aşan bir yanıt üretme çabasıdır. Gelen eleştiriler cıvık ve düzeysiz olanları hariç çok değerlidir çünkü kendi çerçevemizi netleştirmeye ve söylemimizi keskinleştirmeye alan açmaktadır. En yakın dostlarımız dahi son derece zor ikna olabildikleri için diğer soldan eleştirilerin gelmesi her açıdan geliştiricidir. Hareketimiz hem kendisini sınıfın içinde mevzi mevzi örgütleyerek geliştirirken bir yandan da sosyalistlerin zihinsel hapishanelerinden kurtulmalarının anahtarı olma çabasını derinleştirecektir.

Çünkü yaşam dört bir yandan güvence mücadelesini çağırmaktadır!