Kim intihar etmeli? – Ferda Koç
Yaşamak, sadece yaşamak, “çıplak yaşam”, insanın toplumsal varlığının asgarisidir ve işçilerin, yoksulların bu asgariyi güvence altına almak için sermayeye/sermaye devletine boyun eğerek varlıklarını iş süreciyle tanımlanmış bir toplumsallığa indirgemeye rıza göstermeleri intihardan başka bir şey değildir.
Bu yazı biraz “tersten” olacak. “Bizimkiler”le uğraşan, hem de bugünlerde güzel şeyler yaparak bir yol açmak için didinen “bizimkilerle”, Halkevcilerle uğraşan bir yazı. 24-25 Ekim’de 10 büyükşehirde “Yaşamak İstiyoruz” sloganıyla sokağa çıkarak, sokağa çıkmayı zorlayarak, iktidarın salgın yönetimi politikasının karşısında sosyalist talepler etrafında bir muhalefet ekseni yaratmaya girişen, ablukalara sokulan, yerlerde sürüklenen, gözaltına alınan ama iradesi kırılamayan, yola çıkmaktan caydırılamayan Halkevcileri didikleyen bir yazı.
“Yaşamak İstiyoruz!” biçiminde bir siyasi slogan, hem de sosyalist, hem de devrimci bir slogan olabilir mi? Bütün sınıflardan, bütün uluslardan, bütün dinlerden, bütün cinsiyetlerden, bütün türlerden herkes, her zaman ve nerede olursa olsun yaşamak ister elbet. Öyleyse, “Yaşamak İstiyoruz” başlığı ile bir siyasi mücadele kampanyası yürütülebilir mi? Tüm toplum, ölümcül bir salgın hastalıkla karşı karşıyaysa ve iktidar toplumu salgın karşısında yüz üstü bırakmışsa, göz göre göre ölüme sürüklemişse yürütülebilir tabii. Ölüme sürüklenen bir toplumun, kendisini ölüme sürükleyen iktidara karşı siyasi mücadelesinin merkezine “Yaşamak İstiyoruz” sloganını yerleştirmesi kaçınılmazdır.
Ama sosyalistler sadece, kuru kuruya “yaşamak” istediklerinde kendilerini, sadece yaşamak, kuru kuruya, başka hiçbir şey olmadan yaşamak isteyen ve bu yalın arzularına ulaşmak için kendilerini devlete, iradelerini devletin düzenleyici otoritesine teslim eden sıradan insanlardan nasıl ayırt edebilirler? Yaşama isteğini öne çıkaran sloganlar, devletin düzenleyici otoritesini pekiştirmez mi, iktidarın hareket serbestisini artırmaz mı, muhalefeti daha baştan iktidara tabi hale getirmez mi? Bu sorunu nasıl çözebiliriz? “Yaşamak İstiyoruz” sloganına siyasi kimlik ve kişilik kazandıracak ekler sorunumuzu çözebilir mi? İşçiler adına, yoksullar adına yaşamak istediğimizi hissettirirsek, iktidarın salgın yönetimi politikasına karşı eleştirel bir konum kazanabilir miyiz? Mesela kuru kuruya “Yaşamak İstiyoruz” demek yerine “Güvenceli Çalışmak, İnsanca Yaşamak İstiyoruz” dersek, iktidarın salgın yönetiminin işçiler ve yoksullar için yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı halk tepkisini ifade etmiş olmaz mıyız?
Halkevciler “Yaşamak İstiyoruz!” sloganıyla başlattıkları mücadele kampanyasında pankartlarına bu “nitelik vurgulayıcı” eki eklediler. Ben de bu yazıyı işte tam bunu tartışmak için yazıyorum.
Dereyi geçerken at değiştirmeyi önermiyorum elbette. Derdim, iktidarın salgın yönetimine karşı yürütülecek sosyalist bir mücadelenin “devrimci siyaseti”ne ilişkin kavramlarımızı mücadele içinde olgunlaştıracak bir tartışma düzlemini oluşturmak.
“Güvenceli Çalışmak” ve “İnsanca Yaşamak” talepleri, neoliberalizmin egemenliği altındaki bir ülkedeki işçiler ve yoksullar için her dönemde ve her zaman geçerli olan, kelimenin tam anlamıyla “genel geçer” talepler değil midir? Sosyalistlerin somut bir sorun etrafındaki mücadelelerini “siyasallaştırmak” isterlerken gereğinden fazla genelleştirmeye, bir tek somut sorunun içine bütün sorunları ve amaçları tıkıştırmaya ve istemeden de olsa somut mücadelenin içini boşaltan söylemler kurmaya eğilimli olduklarını hepimiz biliyoruz. Bu “genişletme” de bunlardan birisi gibi durmuyor mu?
Ölümcül bir salgın hastalık durumuyla karşı karşıyayken bu genel geçer sloganların güncel ve özel anlamlar da ifade edebileceğini düşünebiliriz tabii. Bu koşullar altında “Yaşamak İstiyoruz!” sloganını “Güvenceli Çalışmak ve İnsanca Yaşamak İstiyoruz” biçiminde “genişleterek”, ona nasıl bir güncel siyasi nitelik, nasıl bir güncel sınıfsal tutum özelliği kazandırabileceğimiz üzerine de biraz düşünelim.
Sloganımız bu “genişletme” ile iktidarın salgın hastalığı “kontrol altına almak” ve hastalığa karşı “toplumu savunmak” için aldığı tedbirlerin “güvencesizliği yaygınlaştırıcı”, “eşitsizliği artırıcı” yönlerini eleştiren bir mücadele sloganı haline geliyor. Bu üst başlıkla yürütülecek bir mücadelenin işçi sınıfını ve yoksulları iktidarın salgın yönetimi siyasetine karşı “savunmayı” amaçladığı elbette açık. Neoliberalizmin “genel saldırı”[1] döneminde halkın haklarını savunma mücadeleleriyle öne çıkmış bir devrimci kitle muhalefeti örgütünün “savunma” refleksiyle hareket etmesi de normal. İktidarın salgın yönetimi siyasetini eleştirirken, geçmiş mücadelelerde odaklandığı mevzi mücadelelere gönderme yapması da doğal. Ama bu eleştirilerle sınırlı bir “savunma”nın aynı zamanda, iktidarın, sömürücü sınıf siyaseti olduğu besbelli salgın yönetimi siyasetine karşı devrimci bir sınıf alternatifini ifade edemeyeceği de söylenemez mi? Ve neoliberalizmin “genel saldırı dönemi”nde devrimci mücadelenin üzerine oturtulduğu kitle mücadelesi temelini oluşturan bu “savunma” çizgisi, neoliberalizmin “ilk genel krizi” anında (ve bu ana özgü bir somut krizde) bize aynı devrimci kitle mücadelesi perspektifini verir mi?
İçinde bulunduğumuz durumda işçi sınıfına ve yoksullara götüreceğimiz “siyaset”in ufkunu, “savunma”nın (yani iktidarın salgın yönetimi siyasetinin işçilerin ve yoksulların çalışma ve yaşam koşullarında yaratacağı “gerilemelere” karşı mücadelenin, yani mevzi mücadelesinin) ötesine taşıyacak bir başka hareket noktası bulabilir miyiz? İktidarın karşısında halkı etrafında toplayabileceğimiz bir “devrimci salgın yönetimi siyaseti”nin maddi, toplumsal temeli var mıdır?
Evet bulabiliriz ve evet vardır.
COVID-19 salgını patlak verdiğinde bu salgının bir “uygarlık krizi” olduğunu, salgına karşı devrimci siyasetin, bu krizi üreten kapitalist uygarlığın somut eleştirisi üzerine temellendirilmesi gerektiğini ileri sürmüştüm.[2] Şu anda tsunami biçimini kazanmak üzere olan salgının ikinci dalgasıyla birlikte, neoliberal küresel kapitalizmin kurulu düzenini, ürettiği ilk büyük pandeminin yıkıcı etkisinden kurtarabilmesinin dahi çok zor olduğunu görüyoruz. Avrupa’nın en güçlü ekonomisinin siyasi başı Merkel, Almanya ekonomisinin ikinci bir büyük dalgayı kaldıramayacağını itiraf etti. Kapitalist uygarlıkta ısrar edilmesi halinde insanlığın giderek kısalan aralıklarla ölümcül salgın hastalıkların tehdidi altına gireceği de kesin. COVID-19 salgınının ilk on ayında, kapitalizmin salgın hastalık üreten bu uygarlık modelini değiştiremeyeceğini de gördük.
Türkiye neoliberal kapitalizmin bu pespayeliğinin kendine özgü bir biçimde yüze vurduğu bir ülke oldu. Salgın dalgasının altına işçi sınıfını ve yoksulları iteleyip büyük sermayeyi ve ırkçı-dinbaz iktidarı kurtarmayı temel alan salgın yönetimi politikası, ekonomik, politik, ideolojik ve biyopolitik düzlemlerin tamamında iflas etti.
İktidar, yaşlıları, çocukları ve dolayısıyla kadınları eve kapatıp, sermayenin ve malların hareketini kesintiye uğratmamak için işçileri hastalıktan korunamayacakları koşullarda çalışmaya zorlayan, buna karşılık zorunlu ekonomik daralma karşısında sermayeyi ve inşa ettiği vurgun düzenini koruyan bir salgın yönetimi politikasını benimsedi. Bu “seçmeci seyreltme” politikasını uygulamak için polisi ve Diyanet’i, kabul ettirmek için bilgi tekelini, havuz medyasının yalan bombardımanını ve dinsel anesteziyi kullandı. Sonuç olarak ekonomi iflas etti, salgın günde 40 bin vakayla karşı konulmaz bir felakete dönüştü, gerçek vaka ve ölüm rakamları bilinmiyor, çalışan bütün işyerlerindeki işçiler arasında hastalık hızla yayılıyor, (COVID-19 dışı nedenler de eklenerek) yaşlı ölümlerinde patlama yaşanıyor, sağlıkçı ölümleri dünya ortalamasının çok üzerinde ve hızla artıyor. Özetle, COVID-19’u işçi sınıfı hastalığı haline getirerek yönetme siyaseti iflas etti. İflas eden, işçi sınıfının “genç” (65 yaş altında) olması nedeniyle hastalıktan çok ağır etkilenmeyeceği, bu nedenle çalışma düzeninde bir değişiklik yapılmadan çalışmaya sevk edilebileceği, yaşlıların izole edilmesi ve çocuklarla birlikte eve kapatılmalarının hastalığın bulaşmasını ve ölümcül sonuçlarını frenleyeceği, zaten 2020 sonuna kadar etkili bir aşının bulunacağı ve kısa sürede nüfusu güvence altına alacak ölçüde üretilip uygulanabileceği hayallerine dayalı “salgın yönetimi” siyasetidir. Bir nüfus yönetimi anlayışı olarak bu biyopolitika açıkça büyük sermayenin biyopolitikasıdır; iktidar bu biyopolitik yaklaşımı ile işçi sınıfını ve yoksulları ölüme terk etmiştir[3] ve yine tam da bu nedenle “toplumu savunmakta” başarısız olmuştur. “Yaşamak İstiyoruz!” sloganını işçi sınıfının ve yoksulların siyasi mücadele sloganı haline getiren bu tablodur.
COVID-19 salgınına karşı “toplumu savunmak”, yani belirli bir nüfus üzerinde, nüfusun temel ihtiyaçlarını karşılayacak ve sürekliliğini sağlayacak istikrarlı bir yönetim oluşturabilmek için uygulanacak bir biyopolitika, ancak işçilerin sağlığını ve temel gereksinimlerinin karşılanmasını temel alan bir salgın yönetimi ile sağlanabilecektir. İşçileri ve yoksullarla birlikte yaşadıkları mahalleleri salgından korumadıkça, tüm toplum tehdit altında olacaktır. Bu nedenle “Yaşamak İstiyoruz!” sloganı, işçi sınıfının kendi çıkarını toplumun genelinin çıkarı olarak formüle ettiği bir salgın yönetimi politikasının ve politik mücadele perspektifinin hareket noktası haline getirilebilir.
Somut konuşalım. Salgını kontrol altına almanın başlıca şartı olan (ve çarpıtılmış bir biçimde “sosyal mesafe” olarak tanımlanan) “seyreltme” önlemlerinin işçi sınıfı içerisinde etkin bir biçimde uygulanabilmesi için öncelikle işe gidiş ve dönüşte kullanılan araçların, işyerlerinin ve ortak yaşam alanlarının seyreltilmesi bir zorunluluktur. Bunun için ise mesailerin şimdikinden farklı bir başlangıç ve bitiş kademelendirilmesine, iş gününün 4-6 saatle sınırlandırılmasına, mümkün olan bütün işler için tüm güne yayılan bir vardiya sistemine ihtiyaç bulunuyor. Ancak bu yolla üretim kapasitesi ciddi bir biçimde azaltılmadan salgını frenleyecek bir seyreltme düzenine geçilebilir.[4] Bu dönüşüm, bütün bir mal ve hizmet üretimi sisteminin yeniden planlanmasını zorunlu kılacaktır. Bu zorunluluk nedeniyle, işçilerin bugünkü salgın yönetimine “yaşama hakkı” üzerinden yöneltecekleri pratik eleştiri, bizi bugünün sosyalizminin içeriğini oluşturmaya taşıyabilir.
Peki ama “işçilerin bugünkü salgın yönetimine ‘yaşama hakkı’ üzerinden yöneltecekleri pratik eleştiri”nin bu sonuca yol açabilmesi için öncelikle ortaya çıkması ve sınıf hareketine dönüşmesi gerekmiyor mu? İşçi sınıfı partilerinin neredeyse tarihten silindiği, işçi sınıfı örgütlerinin sınıfın en “ayrıcalıklı” kesimlerine daraldığı bir zamanda bu “hayalcilik” değil mi? Hele de salgın bahanesiyle taşların bağlandığı, köpeklerin salındığı bu ortamda, insanların evleriyle işleri arasına “gönüllü olarak” kapandıkları böyle bir zamanda, işçi sınıfını kitleler halinde harekete sevk etmeyi hayal edebilir miyiz?
Elbette işçi sınıfı örgütlerine ilişkin saptamalar da alışılageldik sol ve işçi muhalefetinin salgın sırasındaki hareketsizleşmesi de işçilerin ve yoksulların az çok eğitimli, bilinçli gruplarının yaşamlarını evleriyle işleri arasına daraltma eğiliminde oldukları da doğrudur. Ancak bu gerçeklerin ve içinde bulunduğumuz “alarm” ve “kapanma” durumunun, genel olarak toplumun bütünü ve özel olarak da işçi sınıfı için yeni bir toplumsal iletişim ortamı oluşturduğu da görülüyor. Son bir yıl içinde gördüğümüz gibi eskisine kıyasla çok küçük toplulukların hareketleri, büyük kitlelerin hissedilir desteğiyle temsil yeteneği kazanıyor ve bu güçlü simgesellik, öncünün kitleye yönelmesi halinde kitle hareketinin de önünü açabiliyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline karşı kadın hareketinin mücadelesinde izlediğimiz bu örneği Ege’den Karadeniz’e uzanan doğa direnişlerinde ve son olarak Soma ve Ermenek maden işçilerinin direnişinde de izledik. Öte yandan, salgın hastalık tehdidi altında kitle hareketlerinin “olanaksız” olduğuna dair yargının geçersizliği, Türkiye’de binlerce kadının birlikte mücadele ettiği İstanbul Sözleşmesine karşı mücadele sürecinde, ABD’de “Black Lives Matter” hareketinde, Lübnan’daki açlık isyanlarında, Yunanistan’daki 1 Mayıs kutlamalarında, Bolivya halkının geçtiğimiz bir yıl boyunca darbecilere karşı yürüttüğü mücadelelerde görüldü. COVID-19’un, açık havadaki yayılmasının fazla güçlü olmadığı ve insanların hastalığı “açık havada” büyük kitleler halinde mücadele ettikleri anlarda değil, kapalı mekanlarda yer değiştirmeden bulundukları sırada kaptıkları da deneyimlerle görülüyor.
Tamamen insan eseri olan bir salgından doğan, tamamen insan eseri olan, neredeyse bir yıldır insanlığın tamamını diken üstünde yaşatan ve burjuvazi tarafından yönetilemeyeceği, çözülemeyeceği artık aleniyet kazanmış bir krizi “normal ve katlanılması gereken, gelip geçici bir doğa felaketi” gibi ele almak normal değildir. Yaşamakta olduğumuz kriz muhtemelen insanlık tarihinin bir kırılma anını oluşturuyor. Nüfusun (işçi ve yoksul) çoğunluğunu ölümcül bir salgından korumaksızın yaşayabileceği hayalini gören, iflas halindeki bir uygarlığın karşısına, yaşama hakkımızı elimize alarak çıkmamızı kim önleyebilir? Yaşamak, sadece yaşamak, “çıplak yaşam”, insanın toplumsal varlığının asgarisidir ve işçilerin, yoksulların bu asgariyi güvence altına almak için sermayeye/sermaye devletine boyun eğerek varlıklarını iş süreciyle tanımlanmış bir toplumsallığa indirgemeye rıza göstermeleri intihardan başka bir şey değildir. İşçilerin ve yoksulların, çaresizlik baskısı altında ölüme terk edilmemek için, sermayeyi ve iktidarını intihara zorlamaktan, kendi azamilerine doğru yola çıkmaktan başka bir yolları görünmüyor.
Dipnotlar:
[1] Neoliberal sömürge kapitalizminin Türkiye’deki gelişme sürecini retrospektif olarak (geriye doğru bir bakış açısıyla) 24 Aralık 1980’den 90’lı yılların ortalarına kadar uzanan “kurucu hazırlık”, 2001’den 2010 başlarına kadar uzanan “genel saldırı” ve 2010 başlarından günümüze kadar uzanan “egemenlik ve kriz” dönemi olarak evrelendirebiliriz.
[2] https://sendika.org/2020/03/ferda-koc-panzehir-yeni-bir-uygarlik-tasarimidir-581687/
Uygarlık krizi olarak COVID-19 pandemisi (I)
[3] İşçi sınıfının “evinden çalışabilen” kesimlerinin hastalıktan korunduğu, bu nedenle COVID-19’un yarattığı ölüm tehdidinin işçi sınıfının tamamını değil, “evinden çalışamayan” bölüğünü içine aldığı ileri sürülebilir. Ancak “evinden çalışabilen” işçiler, Türkiye işçi sınıfı içerisinde oldukça küçük bir grubu oluşturmaktadır ve bu grubun önemli bir bölümü de dönüşümlü bir biçimde fiilen işyerlerinde çalışmaktadırlar. Ayrıca her biri işçi ailesi bireyi oldukları için ailelerinin evden çalışamayan üyeleri nedeniyle onlarla aynı hastalık riskini taşımaktadırlar. Hastalık tehdidi altında olmayan tek nüfus grubunu, aile bireyleri de işyerine gitmek zorunda olmayan patronlar oluşturuyor gibi görünmektedir. Ancak onlar da evlerinde çalıştırdıkları işçiler nedeniyle hastalık tehdidinden tam olarak kurtulamamaktadırlar.
[4] Mücadelenin bu güzergahtan ilerletilmesi halinde karşımızdaki sermaye cephesini ciddi meşruiyet sorunlarıyla karşı karşıya bırakabileceğimizin işaretleri de görülmeye başlandı. Örneğin yaz aylarında Ankara ve İstanbul’daki bazı kamu kurumlarında uygulanan kademelendirilmiş mesai başlangıç ve bitiş saatleri uygulamasının İstanbul’da özel işletmelerde de uygulanacağı İstanbul Valisi tarafından açıklandı. Bu önlemin etkin bir biçimde uygulanabilmesinin ciddi bir sanayii ve ticaret düzeni değişikliğini gerektirdiği ve mevcut “düzen” ve “rejim”le gerçekleştirilemeyeceği kısa sürede ortaya çıkacaktır.
Bu yazı sendika.org‘da yayımlanmış olup Karşı Mahalle’nin Forum sayfasında yeniden paylaşılmaktadır.