Talebimiz Güvence, Güvence Birliğimizde – M. Sinan Mert
Anlatıldığında bu kadar sıradan bu kadar naif bir hayalin ütopya gibi görünmesi, dört bir yandan hiç bitmeyen bir saldırıyla karşı karşıya kalması bile içinde yaşadığımız cehennemin doğasını ortaya koyabilmek açısından yeterli değil mi?
Virüsle birlikte yaşamanın çeşitli biçimlerinin sınanacağı bir döneme giriyoruz. Bu biçimlerin bir geri tepme ile, yeni bir salgın dalgası ile fasılalara uğrama ihtimali yüksek olsa da sürekli bir karantinanın birçok açıdan sürdürülemez olduğu açık. Bir kâr üretme makinesi olan kapitalizm, insan bedenlerini öğüterek dönen; emekçilere kan kustururken şişkinleşen bir sermayeye artı değer akıtan bir çark. “İnsan sağlığı mı kar mı?” sorusunun kapitalizm koşullarında bir anlamı olmadığı ortaya çıktı. “Tabii ki kâr, ne sandınız ki?” arsız haykırışları kulaklarımızı uğuldatıyor dört bir yandan.
Neoliberalizm çağı bir belirsizlik çağı idi. Toplumsal yaşam çoktan beridir risk toplumu adı verilen girdabın içine çekilmişti. Neoliberal bireyin motivasyonu sürekli kaygılanmasından, tedirginliğinden kaynaklanıyordu. İnsanlık giderek büyük bir zenginliğin üzerine oturdukça milyarlarca insanın çok daha büyük bir tedirginliğin içine düşmesi nasıl açıklanabilir? Başta Çin olmak üzere Asya’nın kırlarından milyarlarca emekçinin son 40 yılda kapitalist üretimin içine çekilmesi, Batı’da sosyalizm ile kapitalizm arasında, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında oluşmuş olan dengenin imhasını amaçlayan bir hamleydi. Kapitalizm merkezlerde işçi sınıfı ile arasında kemikleşen ve kıramadığı dengeyi, sürekli olarak hissettiği sınıfın tehdidini -ki en son Fransa 68’inde patlayan grevler, öğrenci eylemleri ile birlikte burjuvaziyi tuş pozisyonuna getirmişti- küresel emek rezervlerini birkaç katına çıkaracak bir mekânsal yayılma hamlesiyle aştı. Bugün bu hamlenin çok boyutlu sonuçları ile karşı karşıyayız. Ama sınıfın yaşadığı kaygı ve tedirginlik büyük oranda süreklilik kazandı. Anti depresanlar sadece orta sınıfların değil alt sınıfların da yaşamlarını idame ettirebilmesinin koşulu haline geldi. Kaygı rekabeti, rekabet yalnızlaşmayı, yalnızlaşma güçsüzleşmeyi pekiştirdi.
Bugün insanlığın önündeki en büyük soru, egemen sınıfların ve devletlerin virüsle birlikte yaşama sürecinde hangi arayış içine girecekleri değil. Onu adımız gibi biliyoruz. Kâr makinesinin her ne pahasına olursa olsun çalışması, zenginlerin kendilerini güvence altına alabilmesini sağlayacak her türlü önlemin alınması (“Şu andan itibaren bir güvenlik duvarı yok. Ancak yakında bir güvenlik duvarı boy gösterecek. Muhtemelen aşı biçiminde. Güçlü olanlar musluğun başına doğru gidecek ve eski oyun -en zengin olanların hayatta kalması- tamamen yeniden başlayacak.” Arundhati Roy, “Görevimiz motoru çalışamaz hale getirmek”), emekçilerin ölümüne çalışabilmeyi bir nimet olarak görmelerini sağlayacak bir işsizlik cehenneminin nevzuhuru, denetim toplumunun her renk ve tonunun devlet-toplum dengelerinin farklı seviyelerine uygun bir biçimde hayata geçirilmesi, halihazırda yönetilemeyen toplumların zorbalıkla teskini…
Türkiye’de Haziran 2018’de %48.4 olan istihdam oranı Şubat 2020’de %43.1’e kadar düştü. Devlet ve egemen sınıflar kendilerine sağlanan tüm olanaklara rağmen toplumun çalışabilecek durumdaki en az çalışanlar kadar insanı üretimin dışına itiyor, onlara istihdam sağlayamıyor. İş bulma ümidini kaybeden işsizlerin sayısı 486 bin artarak 1 milyon 107 bin olunca TÜİK’in işsiz oranı azalıyor. Geniş tanımlı işsiz sayısı 8.5 milyon, istihdam %43.5 ama işsizlik oransal olarak azalıyor. Post-truth çağının istatistiği de olmayan gerçekleri imal etmenin yöntemine dönüşüyor. Bu sayılarda virüs krizi baş gösterdiğinden bu yana işini kaybeden en az 2.5 milyon kişi yok. Açlık sınırının 2.576 lira olduğu İstanbul’da ücretsiz izin ödeneği sadece 1.168 lira. İki şanslı işsiz bile bu parayla açlık sınırına ulaşamıyor! Ancak Cengiz’e, Kalyon’a, Limak’a çuval dolusu dolarlar geçmeyen arabaların, uçmayan uçakların bedeli olarak sektirmeden ödenmeye devam ediliyor. İşsizlik Fonu’ndan 3.3 milyon işçiye Mart ve Nisan aylarında toplam 4.8 milyar TL ödenirken Ocak-Nisan döneminde patronlara fondan ödenen teşvik tutarı 6.5 milyar TL. (Veriler: Aziz Çelik, DİSK-AR, K. Murat Güney)
Vaziyet buyken esas soru bizler, ezilenler, oyunda figüran rolünün bile çok görüldüğü alt sınıfların ne yapacağı ile ilgili. Kendimizi yeniden nasıl inşa edeceğiz? Hangi eksende toparlanacağız? En hummalı tartışmaları ne zaman egemenlerin planları ile değil de kendi gündemlerimizle ilgili yapmaya başlayacağız? Seyirci durumundan hayatta gerçekte sahip olduğumuz ana aktör rolünün siyaset alanına yansımasını nasıl gerçekleştireceğiz?
Kaygıya ve umutsuzluğa mahkûm milyonlar olarak öncelikle bir yaşam güvencesi talep ediyoruz. Bütün hayatın yükünü omuzlarında taşıyan kadın ve erkek emekçiler olarak, doğayla uyum içerisinde, kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceğimiz bir hayat istiyoruz. Birimizin ayağı taşa takıldığında onun orada yüzüstü kapaklanıp kalmamasını sağlayacak kurumlar inşa etmek istiyoruz. Yarattığımız muazzam zenginliğin hepimizin ortak çıkarına kullanılabildiği bir hayatı hak ettiğimize inanıyoruz. Servetin yeniden dağıtımının yaşamın bekası için bir zorunluluk haline geldiğine inanıyoruz. Yaşamın, yaşayan her varlığın kutsallığına inanıyoruz; kârın, servetin, verimliliğin, AVM’lerin, sonu gelmez üretim zincirlerinin değil… Kendimize ve sevdiklerimize ayıracak zamanımız olabilsin, ölümüne çalışmanın en büyük erdem olarak görüldüğü zihinsel virüsün de sonu gelsin istiyoruz. Toplumcu vatandaşlığın yani vatandaşlık bağının kaynak ve meşruiyetinin, toplumu emeğiyle üreten ve yeniden üreten bireylerin yaşam koşullarının toplum tarafından güvence altına alınmasıyla oluştuğu bir birey-toplum ilişkisinin egemen olduğu bir düzeni, yani sosyalizmi arzuluyoruz.
Anlatıldığında bu kadar sıradan bu kadar naif bir hayalin ütopya gibi görünmesi, dört bir yandan hiç bitmeyen bir saldırıyla karşı karşıya kalması bile içinde yaşadığımız cehennemin doğasını ortaya koyabilmek açısından yeterli değil mi?
Güçlü ve gerçek hayallerimiz, acılarımıza deva olabilecek umutlarımız, zihinlerde yaşanacak bir dünya hayalini canlandıracak iksire sahip sözlerimiz, çığlığımıza güç katacak birliğimiz yoksa ağlayan değil talep eden, talebi için yüreğini eline alabilen bir ruhu, ortaklaşmayı inşa edebilir miyiz?
Sözümüzü ve nefesimizi güçlü kılmadan ne kendimizi ne de geleceğimizi kurabiliriz.
“Karantinalar kaldırıldıktan sonra bile hızlı hareket etmezsek sonsuza dek kapatılmış olacağız. Bu motoru nasıl çalışmaz hale getiririz? Görevimiz bu”(a.g.y)
A. Roy’un yazısının çevirisi için bkz. Gerçeğin Günlüğü