“Yeni” Rejim ve Karantinada 1 Mayıs – M. Sinan Mert

Salgının geliştiği bir dönemde on binlerce kişinin hiçbir şey yokmuş gibi bir araya getirilmesi ne kadar anlamsızsa işçilerin çalışmaya zorlandığı koşullarda devrimcilerin tüm faaliyetlerini karantina koşullarına uygun bir biçimde tasarlaması da anlaşılmazdır.

İktidar kendi mazisinde atisini gördüğü için kendisini daha da saldırgan politik çizgiye mahkûm hissediyor.

1990’ların dikiş tutmayan iktidarları; işçi eylemlerinin ve Kürt halkının yükselen mücadelesinin çözdüğü 12 Eylül konsensüsünün türlü çeşit yamalarla yaşatılmaya çalışılmasının ürünüydü. Savaşın ve kırlarda Gümrük Birliği’nin çözücü etkisinin daha da hızlandırdığı kente göç, varoşlarda büyük bir yoksulluk ve öfke birikimine yol açmaktaydı. 12 Eylül konsensüsünün ideolojik şemsiyesi Türk İslam sentezci Atatürkçülük de yaşadığı güç kaybı ile birleştirici kapasitesini yitirmişti. Devrimci hareketler bu dönemde varoşlarla organik bağlar kurmayı başarabildikleri oranda enerji ve güç kazanmaktaydılar. Sivas ve Gazi katliamları kısa vadede, ulaşmak istediği hedeflerin tam tersine yol açmış ve Alevi dinamiğini de önemli oranda radikalleştirmişti.

Siyasal İslam böylesi bir konjonktürde hem kurumsal hem de ideolojik anlamda organik bir devlet krizinin yaşandığı bir dönemde bu parçalı yapının kendine sunduğu olanaklardan da yararlanarak yerel iktidarları ele geçirdi. Arkasındaki Anadolu sermayesinin sağladığı maddi olanaklarla belediyelerin kurumsal kapasitesinden yararlanarak varoşlardaki yoksullukla organik bir bağ geliştirdi. Alt sınıfların öfkesini düzen açısından bir tehdit olmaktan çıkardı ve bu sayede finans kapital ile kurulacak uzlaşma zeminini kurabildi. Erdoğan hareketi, 28 Şubat’ın Siyasal İslam üzerinde yarattığı sersemlikten de yararlanarak “Milli Görüş” gömleğini çıkararak kendisini hükümet olmaya kabul ettirebildi. İktidar olması ise çok daha sonralarına, cemaatçilerle ele ele verip 27 Mayıs Anayasası ile temelleri atılan, 12 Eylül’de kurumsallaştırılan, 28 Şubat’la da “1000 yıl sürecek” biçimde tahkim edilen Eski Rejim’i yıkmaları sonrasına tarihlenebilir.

Sağ ideolojinin stratejik hedefi, soldan farklı olarak yeni bir toplumsal düzen inşa etmekten ziyade egemen sınıfın iktidarını tahkim etmektir. Faşizme doğru evrilen sağ politik akımlarda “yıkıcı ve devrimci” bir söylem ne kadar ön planda olsa da esas olan egemen sınıfın iktidarını ve üretim ilişkilerini korumak ve güçlendirmektir. Sağın iktidarı koruma refleksi, devrimci bir proletarya diktatörlüğünün simetriğidir: Yeninin kurulması için bir zorunluluk olan yıkıcılığı eskiyi korumak için kullanmak. Toplumun kendine has devinimini tümüyle denetim altına alarak onu bir “total devlet” içinde boğmak 12 Eylül’ün en önemli hülyalarından birisiydi. Şimdilerde geçmiş dönemin “sivil toplum” gurusu İslamcıları eliyle bu hayal gerçek kılınmaya çalışılıyor. Erdoğan, yıktığı Eski Rejim’in yıkıntıları arasından ona, bu sefer daha da kontrolden çıkmış bir biçimde yeniden can vermeye çalışıyor.

“Şu ana dek görünüşte tarafsız alanlar -din, kültür, eğitim, ekonomi- tarafsız olmayı bırakır… Önemli alanların bu türden tarafsızlaşma ve depolitizasyonuna karşı, potansiyel olarak bütün alanları kucaklayan total devlet belirir. Bu devlet ve toplumun özdeşliğiyle sonuçlanır. Böyle bir devlette (…) her şey en azından potansiyel olarak siyasaldır ve artık sahip olduğu özellikle siyasal bir nitelikten söz edilemez” ( C. Schmitt, “Siyasal Kavramı”, s.22)

Hegemonyasındaki çözülmenin farkında olan Saray, Covid-19’un yarattığı istisna halini bir performans temaşası aracılığıyla fırsata çevirmek istiyor. Mart ve nisanda İstanbul’da ölüm oranlarında gözlenen geçmiş yıllarla kıyasla büyük artışa rağmen, sağlık emekçilerinin sergilediği muazzam özveriden de sebeplenerek bir başarı hikâyesi yazılmak isteniyor ve bu temaşa sahnesi kimseyle paylaşılmak da istenmiyor. Bu başarı hikâyesinin yarattığı ve sınıf siyasetinin yetersizliğinin mümkün kıldığı nefes boşluğunda ise daha bir hafta önce içeride yaşanan çatırdama dışarıya dönük bir saldırganlıkla kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Belediye iktidarını kullanarak çözülen hegemonyadan iktidar devşirenler, kendi hegemonyaları çözülürken belediyelerle didişmeyi, kayyumları, soruşturmaları tek çare görüyor.

Yeni rejimin birçok açıdan eskisinin bir reenkarnasyonu olmasının en belirgin göstergesi tüm bedeli işçilere, Kürtlere, kadınlara ödetme noktasındaki sürekliliği. İşçi sınıfının sokağa çıkma yasaklarından azade tutularak ölümüne çalışmaya zorlanması, HDP yöneticilerinin “ölsünler” nidaları eşliğinde infaz yasasının dışında tutulması, “Evde kal”ın kadına yönelik şiddeti büyütmesi, Bahçeli affıyla kadın katillerinin sokaklara salınması bu sürekliliğin güncel ve can yakıcı göstergeleri. Dört günlük sokağa çıkma yasağında bile işçilerin ölümüne zorla çalıştırılması işçi düşmanlığının tescili olarak tarihe geçecek.

İşçiler ölümüne çalışmaya zorlanırken devrimcilerin emekçilerin taleplerini görünür kılmak gibi tarihi bir görevleri var. Bu görevin sadece sosyal medya üzerinden savuşturulması ise mümkün değil. Salgının geliştiği bir dönemde on binlerce kişinin hiçbir şey yokmuş gibi bir araya getirilmesi ne kadar anlamsızsa işçilerin çalışmaya zorlandığı koşullarda devrimcilerin tüm faaliyetlerini karantina koşullarına uygun bir biçimde tasarlaması da anlaşılmazdır. İşçilerin sokakta olmaya, çalışmaya zorlandığı koşullarda devrimciler de sokakta olacaktır. İşçilerin ölümüne çalıştırıldığı bir dönemde, karantina koşullarında siyaseti sosyal medyaya hapsetmek tarihsel iddialarından vazgeçmek demektir. “Herkes için ücretli karantina” hakkı savunulmalıdır ancak işçilerin zorla çalıştırılması engellenmedikçe, devrimciler sınıfın güncel taleplerine sokaklarda görünürlük kazandırmadıkça sınıf ile devrimciler arasındaki yabancılaşmanın büyümesi de engellenemez.

“1 Mayıs’ta ne olacağı tartışması?” dönemin risk, sorumluluk ve olanaklarından bağımsız ele alınamaz.

Yazarın Diğer Yazıları