Parazitler Ve Konaklar – M. Sinan Mert

Bizler açısından en önemlisi ise Güney Kore’deki sınıfsal ayrımları, yoksulluğun mekânsal bölünüşünü çok açık bir biçimde sergilemesi. Yakınlardaki şifresiz WiFi ağları dışında telekomünikasyon hizmetlerinden yararlanamayacak duruma gelmiş Samsung ülkesinin vatandaşları, yoksulluğun ve geleceksizliğin getirdiği tüm dehlizlerden geçiyorlar.

Venedik Film Festivali’nde bu yıl Altın Palmiye’yi kazanan, Güney Kore’de de en çok izlenen yerli film olma unvanını da elde eden Parazit (Gisaengchung), -idrak edebildiğim ve hissedebildiğim kadarıyla-  her açıdan önemli bir film. Bir tür Yeşilçam melodramı havasında gelişen ilk bölüm sonrasında film, ikinci yarı ile birlikte ustalıkla yükseltilen gerilim ve şiddetle bambaşka bir kimlik kazanıyor. İyi senaryo, karakterleri çok iyi yansıtan casting, grotesk mekânlar izlenmesi gereken bir filmin ortaya çıkmasına yol açmış.

Bizler açısından en önemlisi ise Güney Kore’deki sınıfsal ayrımları, yoksulluğun mekânsal bölünüşünü çok açık bir biçimde sergilemesi. Eşitsizliğin yarattığı toplumsal parçalanma, artık kapitalist merkezlerde de 3. Dünya görüntülerini ortaya çıkarıyor. Ken Loach filmlerinden alışık olduğumuz sınıfsal çizgilerin altının kalınca çizilmesi, Loach’taki kadar politik göndermeler içermese de Parazit’in üzerine oturduğu temel hattı oluşturuyor. Yakınlardaki şifresiz WiFi ağları dışında telekomünikasyon hizmetlerinden yararlanamayacak duruma gelmiş Samsung ülkesinin vatandaşları, yoksulluğun ve geleceksizliğin getirdiği tüm dehlizlerden geçiyorlar.

Thomas More, 1516’da yazdığı Ütopya’da şöyle yazıyordu: “Yeryüzündeki hiçbir ceza, yiyeceğe ulaşmak için tek yolu çalmak olan insanları durduramaz.”

Filmin adı, yoksulları kendi yaşamını üretemeyen asalaklar olarak mı lanse ediyor? Parazit, doğası gereği, aksini gerçekleştiremediği için asalak olarak yaşamını sürdürür. Oysa filmdeki yoksul ailenin tüm bireyleri oldukça becerikli, hem yürüttükleri muazzam ve zalimce planlarla üst sınıf bir ailenin 4 kişilik istihdam kadrosunun tamamını ele geçiriyorlar. Ancak bunu yaparken işlerini son derece iyi yaptıklarını da sergiliyorlar.  İşsiz kalmaları kendi istek ve kapasiteleri hilafına gerçekleştiyse bu kişilere parazit diyebilmek mümkün müdür? Tefecilere kaptırılan dükkânlar, altından kalkılamayan borçlar ve sıkışıp kalınan bodrumlar kişisel tercihlerin ürünü değil bir sistem sorunu. Film işin bu boyutunu düşündürebilmekte çok başarılı değil, ancak yoksulların geleceksizliğin sonucu olarak yaşadıkları sıkışmayı çok iyi ifade ediyor. Evin tuvaletinin klozeti ev seviyesinden yüksekte, kolayca taşmasını engelleyebilmek için ama yoğun bir yağmurda çağlayan gibi taşıyor, Seul’ün tüm pisliği yoksulların evlerinde patlıyor, aynı yağmurda zengin ailenin küçük çocuğu bahçedeki çadırlı kampını devam ettirebiliyor.

Baba yaşadıkları tüm durumlarda ailesini bir planı olduğunu söyleyerek ayakta tutmaya çalışıyor, genelde iyimser ve “o kadar da kötü değiliz” atmosferi yaratmaya çalışıyor. Ancak patronunun kendi kokusundan iğrendiğini tüm ailesiyle birlikte duyması, bardağı taşıran son damla oluyor. Yoksulluk sadece maddi olanakların yetersizliği değil aynı zamanda bir aşağılanabilme, iğrenilebilme hali. Dünyanın her yerinde egemen sınıfların en insanseveri bile alt sınıflardan iğrenir, her otobüse binme hikayesinin sonu bir katlanılamaz kokular hikayesi ile biter. Koku, sınıflar arasında çizilen çizgide önemli bir rol oynar. Hayatın tüm yükünü moralini bozmadan, sevdiği insanlara yük olmadan taşımaya çalışan bir insan, yaşadığı bu aşağılanmadan sonra birçok “canavarlığı” yapabilecek duruma gelebiliyor. Joker’de de gözlenen bu dönüşüm, 1990’larda Türkiye’de finans kapitale hakim olan ve AKP’ye şimdilik giderdiği için minnettar oldukları  “bir gün varoşlardan gelecekler ve boğazlarımızı kesecekler” korkusunun küreselleşme eğiliminde olduğunun da işareti olarak okunmalı.

Kusturica’nın Underground’unu çağrıştıran sığınakta yaşayan insanlar sahneleri ise filmin en grotesk bölümleri… Tefeciden, hapse girmekten, yoksulluktan canlı canlı kendisini gömerek kurtulmaya çalışan yoksullar, görünmezliği ve erişilmezliği bir kurtuluş olarak görür hale geliyorlar filmde. Ve görünmeyen, sesi duyulmayan, konuşamayan insanlar evrene yanıp sönen lambalarla Mors dilinde mesajlar gönderiyorlar. Yoksulun kendi sesinin olamaması değil durum aslında, doğru yere doğru gözle bakarsanız o sesi duyuyorsanız, o sesin dehşeti ve kulak tırmalayıcılığı karşısında dehşete bile kapılabilirsiniz.

Güney Kore, dünyada genç intiharlarının en yoğun yaşandığı ülke. Filmdeki genç karakterler bunun sebepleri üzerine düşünebilmemizi sağlıyor. Garip bir eğitim sistemi, muazzam yetenekli ancak okuyamamış gençler, her türlü imkâna sahip ancak depresyondan kurtulamayan gençler.

Kapitalizmin yaşamı zehir haline getirdiği bir kesit.

Duyulamadan kulakları tırmalayabilen yoksulluğun sesleri.

Herhangi bir katharsis yaşama şansına sahip olamadan acı ve öfkeyle gerçekle yüzleşme şansı, asla gözünüzün önünden gidemeyecek grotesk tablolar eşliğinde deneyimlemek sınıfsal asimetriyi, sanki İstanbul’un varoşlarında gezer gibi…

Gerçek parazitlerin nerede olduğunu görmek için Parazit’i kaçırmayın.

Yazarın Diğer Yazıları