İsrafın Ekonomi Politiği – M. Sinan Mert

Dünyada en çok kamu ihalesi alan 5 şirketin tamamının Türkiyeli olması Türk tipi faşizmin doğasını anlamamız için çok önemli bir done sunuyor. Siyasi kanalları olmaksızın sermaye birikimini sürdüremeyecek bir vampir sermaye grubu, Türk Tipi Başkanlık Rejimi’nin ve aktüel faşizmin en önemli sınıfsal bileşenidir.

“Birinci Dünya Savaşı sonunda İttihatçılar Harp Divanı’nın şu ithamı ile sorguya çekildiler: ‘İttihat ve Terakki Merkezi’nce besi (iaşe) işlerine memur edilen ve sonraları memurluğu Meclis-i Umumi ve Kongre’de kabul edilen İstanbul delegesi Kemal beyin kurmuş olduğu ilkin bir tüccarlar heyeti ve ondan sonra kimi şirketler ve cemiyetlerle,  ticaret işlemlerini tekellerine alarak halkın varını yoğunu ellerinden almış olmalarından kamu zenginliklerinin sayısı belirli kişilere ve adı anılan şirketlere aktarılması’ (TPH, 137)…. Buradaki Kemal beyi: Talat Paşa Türkiye’den kaçarken kendi yerine İttihatçı kral naibi gibi bırakmıştır; Kemal Bey Kuvayımilliye hareketinin ilk günlerinde büyük roller oynamıştır…”( H. Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizm, İaşeciliğimiz, s.102) Kara Kemal, İttihatçıların “Milli İktisat” politikasının operasyonel unsuruydu. Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların komprador gayrimüslim sermayenin elindeki kaynakları ve işleri “milli sermaye” yaratmak adına Müslüman burjuvaziye yönlendirmek amacıyla kullandıkları bir zaman dilimiydi. Ermeni Soykırımı da bu sürecin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Kara Kemal, savaşın kaybedilmesi sonrasında yeraltına çekilen İttihatçıların Karakol teşkilatının da başındaydı. Mustafa Kemal’in Anadolu’daki hareketin başına gönderilmesi sürecinde Karakol teşkilatının aktif rol oynadığını da biliyoruz.

Birinci Dünya Savaşı esnasında İstanbul’un iaşe işlerinin yönetimi Şehiremini (Belediye Başkanı) tarafından Kara Kemal’e devredilmişti. “Kemal Bey ve arkadaşları bu işi milli bir görev saymışlar ve karşılığında hiçbir şey beklemeden gece gündüz çalışmışlardır.” Bu önemli milli görevin bir milli burjuvazi yaratmak olduğunu ve bu milli burjuvazinin de esas olarak “millet”in canına ot tıkayarak, kamusal kaynakları çalarak, müşterekleri özelleştirerek semirdiğini artık çok iyi biliyoruz.

31 Mart seçimleri için en canhıraş yırtınmaları ortaya koyan, en derin analizlerle böyyük resmi gören Yeni Şafak’ın idari binasında kullanılan “özel” otoparkın aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, yani kamunun, İstanbul halkının olduğunun ortaya çıkması bir tesadüf olabilir mi? Ya da Erdoğan’ın uçağından inmeyen, yerel seçimler sürecinde İmamoğlu’nu madara etmeye çalışırken kendisi çuval olan Turgay isimli gazetecinin Ülke TV’sinin bağlı olduğu holdingin manasız yayınları ve gereksiz Kültür A.Ş faaliyetleri için belediyeden trilyonlarca ihale alması nasıl açıklanabilir? Özel hastaneler karşısında rakip olmaları istenmediği için devlet tarafından bilinçli olarak çökertilen Çapa ve Cerrahpaşa başta olmak üzere kamu üniversitesi hastanelerinden sakınılan kaynakların, kamu sağlığı pahasına saray soytarılığı dışında hiçbir marifeti olmayan adamlara aktarılması da sorsanız “ böyyük bir milli görev ve sorumluluk duygusu”nun sonucudur.

“Öte yandan, Yozgat Şehir Hastanesi’nin çamaşırhane hizmetlerini yürüten alt yüklenicisinin, Sorgun Devlet Hastanesi’ne aynı hizmeti sunduğunu tespit eden Sayıştay denetçileri, firmanın Sorgun Devlet Hastanesi’ne hizmet karşılığı olarak teklif ettiği bedel ile şehir hastanesine sunduğu çamaşır hizmetinin ortalama birim fiyatı arasında 14 kat fiyat farkı olduğu tespit edildi” ( Sözcü, 24.09.2019, “Şehir Hastaneleri’nde fiyat uçurumu” )

Türkiye’de inşa edilen Şehir Hastanelerini yapan Rönesans Holding’in sahibinin şu anda ülkenin en zengin kişisi haline geldiğini biliyor muydunuz? Aynı geçilmeyen köprünün, uçulmayan havaalanının parasının devlet tarafından garantili bir biçimde ödenmesi gibi Şehir Hastaneleri’nde de tedavi olmayan hastanın parası da tıkır tıkır ödenecek devlet tarafından. Kuş uçmaz, kervan geçmez noktalara inşa edilen hastanelerin özel hastanelere bir tür teşvik haline dönüşeceğini yakında göreceğiz.

Dünyada en çok kamu ihalesi alan 5 şirketin tamamının Türkiyeli olması Türk tipi faşizmin doğasını anlamamız için çok önemli bir done sunuyor. Siyasi kanalları olmaksızın sermaye birikimini sürdüremeyecek bir vampir sermaye grubu, Türk Tipi Başkanlık Rejimi’nin ve aktüel faşizmin en önemli sınıfsal bileşenidir. Ancak Siyasal İslam’ın bu çizgisi ile Cumhuriyet’in “her mahallede bir milyoner yaratmak”, milli burjuvazi üretmek, İş Bankası ekseninde bir finans kapital oluşturmak politikaları arasında bir süreklilik vardır. Bu sürekliliğin sebebi ise kültürel kodları farklı da olsa burjuvazinin farklı fraksiyonlarının yapısal özünün ortak olmasıdır. Devletin yarattığı olanaklarla büyümenin dayanılmaz çekiciliğinin yarattığı bağımlılıktır. Yaratıcılık, teknolojik gelişim, katma değerli ihracat vs. bunlar Türk tipi kapitalizm için ancak mizansen fotoğraflarda hatırlanan hasletlerdir. (Bkz. “Yerli Otoya Bakanlar” isimli sürrealist çalışma) 

Bu garabetin sonucu ise işsizlik ve yoksulluktan inleyen milyonlar ve roketleyen Gini katsayısıdır.

Ortada israf değil, egemen sınıf adına çalınan hayatlar vardır.

“Dört ayda bir işsiz kalmak, aylarca işsiz gezmek kaderimiz mi? Çocuğum olacak ‘Allah rızkını verir’ diyorlar ama iş vermiyorlar. Ben iş seçmiyorum. ‘İş var, çalışan yok’ diyenler asgari ücretin altında çalışma bekliyor”(Evrensel, 24.09.2019, “Bir işsizin isyanı”)

Karagül’ün hezeyanları ile halkın malı otoparktaki trilyonluk jipinin arasındaki dar koridora sıkışmamak için ne yapmalıyız?

Sermayeye akan kamusal kaynakları üretken ve çalışkan emekçi sınıflarımız için, güvence toplumunun inşasına yönlendirecek bir program için mücadele mümkün, gerekli ve tek çaredir.

Yazarın Diğer Yazıları