Ya Sınıf Ekseni Ya da Savruluş – M. Sinan Mert
Sonuç “kolektif patron” olarak devlet bir kez daha toplumsal artıktan sermayenin aldığı payı arttırma yönünde bir hamle yaptı ve solumuzun da önemli bir kesimi bu durumu “Türk-İş’tir ne yapsa yeridir” gevşekliği ile karşıladı. Bu tavır, solun sınıfsal meseleleri merkezine almaktan ne kadar uzaklaştığının somut tezahürlerinden birisi olarak değerlendirilmelidir.
Toplumsal muhalefetin, seçimler dışında etkinlik sağlayacak araçlar üretememesi, yerel seçim şoku yaşayan iktidar bloğuna, zaman geçtikçe görece bir toparlanma imajı yaratma olanağı veriyor. ABD ile yaşanan, neye yol açabileceği hala kısmen muamma anlaşma da iktidarın yükselen özgüveni görüntüsünü pekiştirmeye hizmet ediyor. Muhalif kimi köşe yazarlarının umut verici hikayeler olarak alkış almak adına öne çıkarmayı çok sevdiği “abartılı çöküş senaryoları” da gerçekleşmedikleri oranda bu hissiyatın bizim saflarda da zemin bulmasına yol açıyor. Bu geçici tablo, iktidarın devasa fay hatları ile derin bir biçimde çatlaklar barındırdığı gerçeğini ne oranda unutturabilir?
AKP içindeki fay hatları eylül ayı itibariyle büyük oranda hareketlenecek. Erdoğan’ın bu hareketlenmeden ne düzeyde zarar görerek çıkacağı ise önümüzdeki dönemin karakterini öyle veya böyle belirleyecek. Bahçeli ve Perinçek’in çıkışları da AKP’nin “birlik ve beraberliği”nin Devlet açısından öncelikli bir gündem olduğunu ortaya koyuyor. Ne de olsa iktidardan pay alabilmeleri Erdoğan’ın kendi ekseninde inşa ettiği rejimin ayakta kalıp kalamayacağına bağlı. Bu açıdan yeni partiler ortaya çıkmaya başladığında siyasi gerilimin ciddi düzeyde yükseleceği tahmin edilebilir. AKP’nin bu çatlağın etkisini zayıflatmak için şiddeti de içeren çok farklı araçları devreye sokacağı görülüyor.
Krizle sarsılan sermayeye karlı yatırım olanakları sağlama telaşı madencilik alanına hızla bir yoğunlaşmayı tetikledi. Kanadalı şirketin CEO’sunun söylediği gibi “Türkler hafriyat kaldırma işinde çok iyiler”, hele de inşaat sektörü bataktayken işlevsizleşen iş makineleri için de son derece önemli bir faaliyet alanı yaratılmış oluyor. Kaz Dağları’nda yaşanan katliama verilen tepki son derece önemliydi. Bu kitlesellikte ortaya konan tepkiler iktidar bloğunun dengelerini sarsıyor, ele geçirdikleri taze öz güveni de büyük ölçüde zayıflatıyor.
Yine Öcalan’ın yaptığı açıklama ve görüşmeler de özellikle yeni bir barış süreci bekleyen kesimlerde heyecan yarattı. Rojava’da Türkiye sınırının genişletilmesiyle oluşturulacak güvenli bölgenin oluşturulması ve buraya da Arap Suriyelilerin yerleştirilmesi planlarının ayyuka çıktığı bir dönemde Öcalan’ın “Suriye’de Türkiye’nin hassasiyetlerinin hesaba katılması gerektiği” sözleri, cezaevindeki liderin Erdoğan’ın Kürtlerle barışarak ayakta kalma pozisyonuna dönebileceğini düşündüğünü gösteriyor. İktidardaki milliyetçi cephe siyaset arenasında çok daha büyük bir politik yenilgi almadan böyle bir seçeneğin ortaya çıkması pek de mümkün gözükmüyor ancak devlet içinde kimi unsurların, özellikle de ABD ile geleneksel köklü temasları olan bürokratik kimi öğelerin bir süredir Kürtlerle barışarak Ortadoğu’da ayakta kalma seçeneği üzerine fikir jimnastiği yaptığı doğrudur. Devletin “Kürt anasını görmesin” takıntısı maalesef kimi liberal çevrelerde ABD’yi barış güvercini haline getiriyor. Bu kesimler ABD’nin basıncını arttırarak Türkiye’yi masaya oturtacağına inanıyorlar. Ancak Erdoğan’ın bu noktanın tam aksi yönde bir tercih yaptığı, sırtını şimdilik MHP dışında yaslayabileceği daha güvenilir bir seçeneğe sahip olmadığını düşündüğü de son bir ayın siyasi gelişmelerinden anlaşılabiliyor.
Ancak bu anlatılan olay yumaklarının hiçbirisi solu ve onunla güçlü bir etkileşim içerisindeki bir kitle hareketini inşa edebileceğimiz gerilimler sunmuyor. Hatta tam tersine gündelik siyasetin farklı mecraları içinde herhangi bir sabit merkeze sahip olmadan devinmek, kitlelerin günübirlik ilgi gösterdiği olayların kenarında köşesinde olmayı bir tür devrimci siyaset olarak görmek dönemin sunduğu olanakları da ıskalamak sonucunu doğruyor. Siyasi iktidarın yarattığı tüm “şahlanışa geçme” balonlarına rağmen iktisadi krizin etkileri derinleşerek devam ediyor ancak soldan doğru krize karşı dinamik bir mücadele ağı örgütleyebilmiş değiliz. Türk-İş’in böylesi koşullarda, enflasyon %20’lere dayanmışken %8+4’lük bir anlaşmaya imza atabilmesi de aslında kriz karşısında toplumsal muhalefetin zayıflığının bir sonucu. Tüm gangsterliğine ve 30-40 binlere dayanan maaşlarına rağmen krizin emekçi sınıflarda yarattığı tahribata karşı güçlü bir mücadele hattı ve duyarlılık inşa edebilmiş olsaydık bu satış sözleşmesi de bu kadar kör gözüm parmağına gerçekleştirilemezdi. Kamu işçisine verilen bu oran reel ücretlerin ortalamada birçok Güneydoğu Asya ülkesinin aşağısına çekilmesine yol açacak, kamu çalışanlarına ve metal işçilerine de enflasyonun altında zamlar verilmesinin kapısını aralayacak, asgari ücretteki artış oranını da belirleyecek. Sonuç “kolektif patron” olarak devlet bir kez daha toplumsal artıktan sermayenin aldığı payı arttırma yönünde bir hamle yaptı ve solumuzun da önemli bir kesimi bu durumu “Türk-İş’tir ne yapsa yeridir” gevşekliği ile karşıladı. Bu tavır, solun sınıfsal meseleleri merkezine almaktan ne kadar uzaklaştığının somut tezahürlerinden birisi olarak değerlendirilmelidir.
Ya krize karşı emekçi sınıflar lehine güçlü bir mücadeleyi örgütleme planlarımızı keskinleştireceğiz ya da ülke tarihinin en önemli politik krizinin içinde devinirken ana aktörlerin yedeğinde kalmaktan kurtulamayacağız.