Pariluys Ahparig – M. Sinan Mert

MHP, bu “cezasızlık” ve hesaplaşılmamışlık ortamında yeni linçlerde rol almaya devam edebiliyor. Kendisi dışındaki tüm canlıları terörist ilan etme konusundaki iştahı aslında kendi terörist geçmişinin bilinçaltından sürekli yansıması olarak da okunabilir.

Türkiye’de linç kültürünün bu kadar kolay yüzeye çıkabilmesinin 24 Nisan 1915 tarihinde başlayan süreçte yüzbinlerce Ermeni “vatandaşımızın” soykırıma uğratılması ile gerçek anlamda hiçbir dönemde hesaplaşılamamasıyla doğrudan ilgili olduğunu her geçen gün çok daha iyi anlıyoruz. Yakın tarihimize damga vuran Maraş, Çorum, Malatya gibi pogrom ve katliamlarda birinci dereceden pay sahibi olan MHP, bu “cezasızlık” ve hesaplaşılmamışlık ortamında yeni linçlerde rol almaya devam edebiliyor. Kendisi dışındaki tüm canlıları terörist ilan etme konusundaki iştahı aslında kendi terörist geçmişinin bilinçaltından sürekli yansıması olarak da okunabilir. Türkiye’de Çubuk’ta yaşanan düzeydeki eylemlerin asla devlet organizasyonu olmadan gerçekleşmemesi bir vaka, ancak linççi ve soykırımcı kültürün “derin Anadolu”da köklü bir zemine sahip olduğu unutulmamalı. Çubuk’a yakın bir iklimdeki memleketimde kasabaya hâkim olan tepeye Gavur Dağı deniliyor. Geçmişte İpek Yolu’nun üzerinde olan bu coğrafyadaki çok milletli sosyolojinin önemli bir kısmı bu Gavur Dağı’nda fiziksel olarak ortadan kaldırılmış. İşin kötü tarafının Anadolu’da böylesi birçok Gavur Dağı’nın  bulunması olduğunun da altını çizmem gerekiyor. Gökçeada’daki Bademli köyünde 1974’teki pogromda ülkeyi apar topar terk etmek zorunda kalan Rumların, kıyafetlerinin askıda kaldığı metruk evleri gezmek de geçmişte yaşanan vahşetleri zihinlere kazıyan acı bir deneyim olmuştu. Anadolu bu acı geçmişiyle hesaplaşamadıkça tarihin farklı biçimlerde tekerrürleri de kaçınılmaz oluyor. 24 Nisan’ları anarken bu topraklara sosyalizm düşüncesini taşıyan Rum ve Ermeni sosyalistlerine olan borcumuzu da unutmamak gerekiyor. Paramazlar olmasaydı Kıvılcımlılar o yollardan bu kadar büyük bir azametle yürümekte daha büyük bir zorluk çekerlerdi.

7 Haziran sonrasında Ceylanpınar senaryosuna benzer bir organizasyonun zorlanması olarak da okuyabiliriz Çubuk saldırısını. Bahçeli’nin Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” söylemine bile tahammül edemeyen bir devlet kanadının sözcüsü olarak inisiyatif aldığı düşüncesi yaşanan güç dengelerini  iyi yansıtmamaktadır. Erdoğan’ın MHP’nin ittifaktaki kazanımlarından rahatsız olduğunu düşünmememiz için bir sebep yok ancak İstanbul seçimlerinin yenilenmesi konusunda partisinin tamamını ikna edemese de hevesini tam olarak kaybetmediği de muhakkak. Bahçeli’nin, AKP’nin bu tam olarak hangi yola yürüyeceği konusunda netleşememiş olmasından kaynaklanan yarılmada gerilimin yükseltilmesini isteyen kanadı güçlendirecek hamleler yapmak istediği ortada. MHP’nin 12 Eylül’deki iktidar stratejisi de askeri darbe aracılığıyla, yani bir başka gücün taşımasıyla güç sahibi olmaktı. Bu anlamıyla Cumhur ittifakı MHP’nin 12 Eylül modelini asker değil de Erdoğan aracılığıyla hayata geçirmeye çalıştığı bir girişimin adı olarak da anlaşılabilir. Fakat iktidara tırnaklarıyla tutunup ülkenin kendisi dışındaki tüm kesimlerini terörist ilan ederken yönetebilmek için devlet terörünün binbir çeşidine her zamankinden daha fazla muhtaç hale gelen bir stratejinin herhangi bir geleceğinin olmadığı da görülüyor. Türkiye bir dönüşüm sürecine girdi. Bunun emareleri her geçen gün daha da belirginleşiyor. Bu değişimin motor gücünün şimdilik CHP olarak görünmesi de şaşırtıcı değil. Ancak ufukların bununla sınırlı kalması, devrimcilerin bile CHP pusulasını benimser bir görüntü vermeleri hayırlara vesile değil.  Bu tabii ki bugünün öncelikli görevinin CHP muhalifliği olduğu anlamına gelmiyor ancak devrimcilerin faşizmden kurtulma sürecinde ortaya çıkacak enerjiyi gerçek bir sosyal devrime dönüştürmeye dönük ufuk ve planlarını kaybetmesi toplumsal geleceğimiz açısından telafisi mümkün olmayan sonuçlar yaratır.

Sudan’daki devrim sürecinde omurgasında mesleki örgütlerin ve sendikaların olduğu sol ve kitlesel tabana sahip bir politik aktörün askerin etkisini şimdilik dengeleyebilmesi dikkate değer. Aynı biçimde Arap Baharı’ndan demokratikleşme bakiyesine yazılabilen tek örneği Tunus’ta da dikkat çekici bir sendikal örgütlenme ve sol etkisinin bulunduğu asla unutulmamalı. Türkiye’de faşizmin çözülmesinin gerçek koşulunun işçi sınıfının AKP hegemonyasından kurtarılması olduğu ve bunu başarabilecek bir sosyalist hareketin değişimin temel motor gücü olabileceği asla akıldan çıkarılmamalı. Halkımızın faşizmden kurtuluş mücadelesinin sosyal ve demokratik bir cumhuriyete yol açmasını sağlamak devrimcilerin etkin bir mücadele ve öncü taktikleri ile başarabilecekleri bir sonuçtur. Toplumun kendi göbeğini kesebilmesi devrimci örgütleri aracılığı ile mümkün olabilir ancak, aksi durumda egemen sınıfın farklı kliklerinin peşine takılmak zorunda kalmak kaçınılmazdır.

Demokratik bir cumhuriyet ancak yeniden paylaşımcı bir programla ezilenlerin tam desteğini kazanabilirsek mümkün. Bunun alternatifi ise faşizm ile restorasyon arasında papatya falı açmayı kader haline getirir.

1 Mayıs 2019’da, sayı tartışmalarında boğulmadan,  ezilenlerin kendi adlarına söz alacakları bir dönemin işaretlerini vermeyi başarırsak bir kazanım olarak tarihe geçecektir.

Yazarın Diğer Yazıları