Arafta Açmazda Kalmak – M. Sinan Mert
Seçim sonuçlarının ortaya çıkması sonrasında “Erdoğan ne yapar ne eder bu işi bozar” kötümserliği ile “Rejimin sonu göründü” iyimserliği iki yanlış kutup olarak fazlasıyla öne çıktı. Gerçek, bu iki algının arasında bir noktada şekilleniyor.
Bugün Damat Berat uluslararası sermayenin huzurunda yeni bir ekonomik program açıklayacak. Ancak ülkenin arafta kalma hali genel olarak bu programın da içeriğine yansıyacaktır. Ekonomide, dış politikada ve en önemlisi de İstanbul seçimlerinin kaderi konusunda Saray rejiminin içine saplandığı açmazlar ve iktidarın giderek çaresizleşen bir görüntü sergilemesi çok daha derinleşecek bir politik krizin ve anti-faşist mücadelenin yükselişinin işareti olarak değerlendirilmeli.
ABD S-400’ler konusunda şantajın şiddetini giderek arttırıyor. Bu konuda her ne kadar tüm NATO ülkelerinin desteğini sağlayamamış olsa da Brunson olayının etkilerini aşacak sonuçlar doğurabilecek bir basıncın varlığı en kör göze bile batacak durumda. Akar, sanki kendi cebinden alıyormuş gibi “biz Patriot’lara da talibiz” diye açıklama yapıyor ABD’de; işsiz ve yoksul vatandaşları sabahın köründe kent meydanlarına kurulan çadırların önünde ucuz patates ve soğan kuyruklarında yer kapmaya çalışan bir ülkenin Savunma Bakanı olarak. Dışişleri Bakanı yemin billah ederek S-400’leri alacaklarını ama aslında Yunanistan’ın yaptığı gibi kullanmayacaklarını, ıskartada tutacaklarını anlatıyor. S-400’lerin alımı Türkiye’nin HTŞ’ye kalkan haline dönüşen İdlip’teki varlığı karşılığında Rusya’ya ödemek zorunda kaldığı bir diyet haline dönüşmüş durumda. Darı ambarına düşen aç tavuk misali dalınan Suriye politikasındaki açmazın doğurduğu kilitlenme giderek şiddetleniyor. Suriye’de Rusya ile İran’ın arasının açılmaya başladığı şu günlerde S-400’lerin Suriye ordusunun İdlib’e yürümesini daha ne kadar geciktirebileceği ise merak konusu. Sudan’da El Beşir’in kaçtığı, Libya’da Türkiye müttefiki Trablus’un kuşatıldığı günlerde Türk Hariciyesi’nde moraller bozuk.
Albayrak’ın açıkladığı ekonomi paketi de rejimin açmazlarının ve çelişkili ruh halinin izlerini taşıyacaktır. Bir taraftan uluslararası sermayeye “yapısal reform” görünümlü içi boş taahhütlerde bulunulacaktır. Öte taraftan ise Türkiye kapitalizminin Batı sermayesi tarafından daha da riskli olarak algılanmasına yol açacak hamleler herkesin gözü önünde arka arkaya gelecektir. Devletin, kamu bankalarının kasasına bir kez daha yüklü miktarda kaynak aktarması, bütçe açığındaki büyümeyi tedirgin gözlerle takip eden küresel sermayenin gözünden kaçmayacaktır. Erdoğan, sermaye akışlarının yavaşladığı bir dünyada, Türkiye’ye ucuz kaynak girişlerinin tükendiği bir konjonktürde yeni bir birikim rejimi tesis edecek hamleleri düşünmek yerine, inşa ettiği iktidar bloğunun alışık olduğu iç tüketimi kredilerle şişirme politikasını bu sefer kamu kaynakları ile sürdürmeye çalışıyor. Küresel sermaye ise bu işin sonunun büyük bir hızla devlet bütçesinin çöküşüne yol açacağını gördüğü için devleti fonlama maliyetlerini daha da yukarı çekiyor. Ekonomi politikasındaki tıkanma, krizi çözecek değil daha da derinleştirecek hamleler üretmekten kendisini alamıyor.
Bütün bu tıkanmaların odağında ise esas olarak Saray rejiminin kendisini yeniden üretmekte neredeyse çaresizleştiği bir siyasi kriz var. İşlerin yönetilmesini neredeyse imkânsız hale getiren rejim değişikliği, siyasi krizleri çözmek yerine derinleştirme etkisi yaratıyor. Halkın plebisiter onayına dayalı bir faşist tek adam rejimin işleyebilmesi, bir biçimde oluşturulacak bir çoğunluktan gelecek desteğin garanti olduğu varsayımı üzerine inşa edilmişti. Erdoğan sağın lideri olarak Türkiye’nin hep çok tekrar edile edile bir şehir efsanesi haline dönüşmüş “%70 sağ-%30 sol” dengesi sayesinde iktidarını yeniden üretecekti. Ancak HDP’nin bütün hikâyenin yeni baştan yazılabilmesini mümkün kılan hamlesi, bu beklentiyi boşa düşürdü ve ülkeyi yeniden bir 7 Haziran momentine taşıdı. Saray’ın İstanbul seçimlerini kabul etmemek için tüm kozlarını oynayacağı, muhtemelen de yeni bir seçimi zorlayacağı anlaşılıyor. Ancak artık istediklerini başarabileceğinin garantisi yok. Seçim süreci, kendisini engelleme kapasitesi çok daha büyümüş, meşruiyeti çok daha artmış, safları çok daha sıklaşmış bir muhalefet bloğu inşa etti. Seçimi yeniletme iradesinin püskürtülmesi anti-faşist mücadele açısından muazzam olanaklar ve özgüven yaratacaktır.
Seçim sonuçlarının ortaya çıkması sonrasında “Erdoğan ne yapar ne eder bu işi bozar” kötümserliği ile “Rejimin sonu göründü” iyimserliği iki yanlış kutup olarak fazlasıyla öne çıktı. Gerçek, bu iki algının arasında bir noktada şekilleniyor. İstanbul’un hem sembolik (“İstanbul’un kaybeden Türkiye’yi kaybeder” vecizesini hatırlayalım) hem de ekonomik anlamının çok büyük olduğu ortada. AKP’nin seçimleri tanımama hamlesinin ise birçok açıdan faşizmle mücadele noktasında yepyeni bir konjonktür yaratacağı görülebiliyor. Açılan yeni sayfanın, ülkenin yönetilebilmesini daha da zorlaştıracak biçimde siyasi zorun uygulanmasını çok daha geniş kesimlere yayabilecek olması iktidar bloğu içinde de şahinler- güvercinler yarılmasını ortaya çıkarıyor. Böylesi yarılmaların bu tarz baskı rejimleri açısından hayra alamet olmadığı siyaset biliminin klişelerinden birisidir.
Viranşehir’de, Muş’ta reddedilen itirazlar, Mardin’de, Diyarbakır’da verilmeyen mazbatalar bu sürecin ayrılmaz parçasıdır. Diyarbakır’ın kaderinin İstanbul’a, İstanbul’un kaderinin de Diyarbakır’a bağlı olduğu bilincinin yaygınlaşması rejim karşısındaki kitlelerin direncinin artması açısından hayati önemdedir.
Hartum’a selam, mücadeleye devam diyerek Nisan’dan Mayıs’a yürüyebilmek gerekiyor.