Selin Çağatay: “Meseleyi hem laiklik kavramına indirgemeyen hem laikliği dışarıda bırakmayan bir feminist politika”

Dünyada ve Türkiye’de feminist hareket giderek güçlenirken, Uluslararası Kadın Grevi gündeminin yarattığı ivme başka tartışmaları da hareketin gündemine taşıyor. Feminist aktivist ve araştırmacı Selin Çağatay ile dünyadan Türkiye’ye doğru sağcı politikaların artışını, seküler-İslamcı tartışmalarını, Uluslararası Kadın Grevini ve “ezanı ıslıkladılar”ı konuştuk. 2009’dan beri kah yurt dışında kah Türkiye’de yaşayan Selin Çağatay, Feminist Mekan gönüllüsü, Çatlak Zemin’e “katkı sunmaya çalışıyor” ve Kadınlar Birlikte Güçlü’de aktif olarak mücadele yürütüyor.

Günümüz Türkiye’sindeki feminist mücadeleyi dünyadaki feminist mücadeleyle beraber nasıl değerlendiriyoruz? Buradaki feminist mücadele açısından siyasal İslam’ın geldiği bir nokta var, faşizmin yükseldiğini tarif ediyoruz. Aynı zamanda susmayan kadınlar var, feministler var. Dünyada da aynı şekilde, pek çok yerde sağ-muhafazakar iktidarlar yükselişte. Ama buna karşı kadınlar da birçok yerde sokaktalar ve sözlerini büyütüyorlar. Bugünün tablosunu çizerken feminist mücadele anlamında nasıl değerlendiriyorsun?

Birkaç dinamikten bahsedebiliriz. 2010’lu yılarda yükselen ve senin de dediğin gibi sağcı-dinci-neoliberal iktidarlara ve onların kadın haklarına yönelik saldırılarına karşı çıkan global bir kadın hareketi var. Her coğrafyada oraya özgü gündemler ön planda elbette ama bu hareketlerin bir özelliği, mevcut iktidarlar tarafından dışlandıkça meşruiyetlerini birbirlerinden alıyor olmaları. Bugün Polonya’da kürtaj meselesi baskın, ABD’de Trump’a karşı mücadele baskın, Türkiye’de ise dinci otoriterleşmenin ötesini belki çok göremediğimiz, konuşamadığımız süreçler var. Kadınlar bu süreçler arasındaki sistemik bağları kurabilmeye başlıyorlar diye okuyorum ben.

Dört tane ana dinamiği olduğunu düşünüyorum bu global mobilizasyonun. Bunlardan birincisi, erkek egemen kurumlara yönelik ciddi bir eleştirel yaklaşım var. Elbette kurumlardan bağımsız, muhalif feminist bir alan yüz yıl öncesinde de vardı ama global toplumsal cinsiyet eşitliği gündeminin yarattığı ivmeyle kadınların kurumlarla işbirliği, lobicilik ve kurumları doğrudan etkileme gündemleri zamanla daha ön planda olmaya başladı. Birleşmiş Milletler’in öncülük ettiği bu süreci 1980-90’lar ve 2000’ler boyunca dünyanın hemen her yerinde gözlemleyebiliyoruz. Türkiye’de de 1990’lar ve 2000’lerde STK’laşmanın etkin olduğu bir dönem yaşandı. 2010’larda ise global toplumsal cinsiyet eşitliği gündemi dünya çapında zayıfladı. Aslında bu zayıflamanın 2000’lerin başında ABD’de Bush’un iktidara gelmesiyle başladığını söyleyebiliriz. 2000’lerden itibaren kadınların kazanımlarının ivme kaybettiği bir süreç var ve 2010’larda bu süreç sağcı, muhafazakar, otoriter iktidarlar güçlendikçe iyice ön plana çıkıyor. Böylece özellikle genç kadınların kurumlarda yani “devlet-ulusaşırı süreçler-STK’lar” üçgeninde politika yapmaya dair ciddi şüpheleri ve mesafeleri oluşuyor.

FEMİNİSTLER DEVLETE-FONLARA-STK’LARA MESAFE KOYDU

Bu birinci dinamik neoliberal politikaların yükselmesiyle ortaya çıkmış oldu yani…

Makro siyasi süreçlere baktığımızda, evet. Çünkü 80’lerde ve 90’larda bu “devlet-ulusaşırı süreçler- STK’lar” üçgeni, toplumsal cinsiyet eşitliği için politika yapmanın verimli olduğu bir alan olarak belirlendi ve pek çok ülke bu trenin vagonuna atladı. Birçok ülkede topumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik yasal mekanizmalar kuruldu. Türkiye’de de 1990 yılında Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM) bu amaçla kurulmuş, KSGM üzerinden kadın STK’larına ulusaşırı fonlar akmaya başlamıştı. Bu fonların çoğu kadınları kamusal hayata ve bu vesileyle ücretli emek piyasasına dahil etme çalışmalarına kanalize edildi. İşte bu mekanizmalar dünyada da Türkiye’de de artık işlememeye, daha doğrusu kadınların çıkarlarına değil iktidarların amaçlarına hizmet eder şekilde işlemeye başladı. Biz belki Türkiye’de “AKP iktidara geldi ve böyle oldu” diye okuyoruz ama aslında bu global düzeyde bir gelişme; feminist politikaya yeni eklemlenen kadınların  devlete, fonlara ve STK’lara mesafeli durduğu, daha çok muhalif kamusal alanda ve yatay şekillerde örgütlendiği bir dönem bu dönem. Mesela Türkiye’de 2000’lerin sonlarında Sosyalist Feminist Kolektif (SFK), erkeklerden, devletten ve sermayeden bağımsız olarak örgütlenmişti. Geçtiğimiz on yılda bu şekilde örgütlenen çok sayıda inisiyatif oluştu. Üstelik yalnızca İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde değil, Türkiye’nin pek çok ilinde bu tarz örgütlenmeler var. Birinci dinamik, böyle.

İkinci ana dinamik sosyal medya ile ilgili. Sosyal medya aracılığıyla hem çok büyük kitlelere ulaşmak,  hem sermayeyi ve iktidarları da etkileyen, ses getiren kampanyalar örgütlemek, hem fiziksel olarak bir araya gelme imkanı olmayan kadınların birbirinin deneyimlerinden öğrenmesi ve birbirine değebilmesi, hem de başka ülkelerde başka kadınların ne gibi talepleri var, bunları öğrenmek mümkün oldu. Şunun farkına vardık feministler olarak; biz burada kendi gündemimizle boğuşurken, buradaki siyasi dinamiklerle uğraşırken aslında daha makro bakabilmeyi öğrendik. Patriyarkanın, neoliberalizmin, ırkçılığın, her türlü dinciliğin, çevre krizinin, transfobinin, homofobinin, ikili cinsiyet sisteminin vs. kadınların hayatlarını dolayımladığını çok daha iyi fark ettik. Bunu biz zaten biliyorduk, dünyadan kopuk bir feminizm yaşamıyorduk elbette. Ama çıplak bir şekilde ortaya çıkmaya başladı artık 2010’larda. Bunda sosyal medyanın payı çok büyük.

FEMİNİZM HEM SOL HEM DE SAĞ HAREKETLERE SIZIYOR

Üçüncü ana dinamik, feminizmin diğer sosyal hareketlere sızması. Bu da yine evvelden beri varolan ama son dönemlerde hızlanan bir süreç. Özellikle sol-sosyalist hareketlere, ırkçılık karşıtı hareketlere, çevre hareketlerine, anti-militarist hareketlere yayılıyor feminizm. Ama mesela Fransa özelinde gördüğümüz gibi sağ hareketlere de yayılabiliyor; Marine Le Pen gibi bir kadın hem feminist hem göçmen karşıtı olabiliyor. Dolayısıyla sadece ilerici sosyal hareketlere yayılıyormuş gibi düşünmeyelim çünkü feminizmin egemenler tarafından, sermaye tarafından içerilen bir boyutu da var. Dolayısıyla sağcı hareketler tarafından da içeriliyor. Ancak tabii feminizmin muhalif hareketlerin içine daha güçlü ve kalıcı bir şekilde sızdığını görüyoruz. İşte dördüncü ana dinamik de tam bu üç dinamiğin örtüşmesiyle birlikte bir koalisyonlar döneminin yükselmesine işaret ediyor.

Biraz açabilir misin bu “koalisyonlar dönemi”ni?

90’larda ve 2000’lerde ağırlıkla devletleri doğrudan etkilemeye çalışan, yasal süreçlerle birebir dahil olmayı hedefleyen bir feminist strateji hakimdi. Bu strateji kadınlar arasındaki farklılıkları arka plana iten bir strateji ve bu yolla önemli yasal kazanımlar da elde edildi. Ancak şimdi güçlenmekte olan muhalif alanda Müslüman feministler de var, Barış İçin Kadın Girişimi oldu, Kürt kadın hareketiyle daha sıkı bir bağ kuruldu, son zamanlarda sol-sosyalist hareketten kadınlar feminist hareketin daha görünür bir bileşeni olmaya başladı. Feminizmin farklı aidiyetleri ve siyasal çizgileri içeren bir hareket olma özelliği öne çıkıyor. Birçok ilde kadın platformları kuruldu. Daha önce yalnızca birkaç ilde varken, şimdi Türkiye’nin hemen her ilinde kadınlar örgütlü. Bu, haklara yönelik saldırılara karşı geniş cephe oluşturmaya çalışan bir strateji. Ancak bu stratejinin öne çıkmasının tek sebebi AKP iktidarı ve toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik saldırıların artmış olması değil; tarihsel olarak patriyarkal kapitalizmin çelişkilerinin daha fazla açığa çıkması da kadınları farklılıklarına rağmen bir arada durmak konusunda cesaretlendiriyor.

KADIN GREVİ FİKRİYLE, ÜCRETLİ-ÜCRETSİZ EMEK ARASINDAKİ BAĞ ORTAYA ÇIKTI

2016’dan beri başlayan ve dünyanın farklı yerlerinde giderek yaygınlaşan bir “kadın grevi” süreci var. Bu grevlerde dile getirilen talepler, Türkiye’de yaşayan biz kadınların taleplerinden çok farklı değil. Senin bahsettiğin paralellikleri gözlemleyebiliyoruz. “Kadın grevi” feminist mücadelenin neresinde duruyor, nasıl etkileyecek feminist mücadeleyi?

Grev ilkin Polonyalı kadınların 2016’nın sonunda kürtaj yasağının daha da sıkılaştırılmasına karşı ortaya koyduğu bir eylemlilikti. Kitlesel bir katılım oldu ve ücretli emeğin ötesinde bir grev fikri ilk defa tartışmaya açılmış oldu. Demin saydığımız dinamiklerden dolayı, gerçekten, kadınlar birbirini takip ediyor. Polonyalı kadınların eylemi çok fazla takip edildi ve başka ülkelerdeki feministlere ilham verdi. Arjantin’de, İtalya’da, Latin Amerika’nın pek çok ülkesinde, Türkçeye çok güzel bir şekilde çevrilen “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” eylemliliklerinde bu grev fikrini de benimsedi feministler. O sırada, Ocak 2017’de Trump karşıtı yürüyüş oldu ABD’de. Böyle böyle farklı yerlerde kitlesel eylemler gerçekleşti ve hemen hepsi de hem beden politikalarını ele alan hem de neoliberalizmin ve ırkçılığın patriyarkayı dolayımladığını vurgulayan eylemler oldu. Dolayısıyla son üç yılda grev fikri ücretli-ücretsiz emeği, eğitim ve tüketim alanlarını kapsayacak şekilde genişledi. Bunun feminist mücadeleyi besleyen bir şey olduğu şüphesiz.  

Tabii ki her ülke grevi örgütleyebilmek açısından farklı koşullara sahip. İspanya’da milyonlarca kadın greve çıktı; bunun en önemli unsuru büyük sendikaların bu grevi desteklemesi oldu. Bu sene İspanya’da hükümet sendikalara grevi desteklememe yönünde baskı yaptı. Buna rağmen özellikle eğitim sektöründe grev yaygındı ve yüzbinlerce kadın sokağa çıktı. İsviçre’de kadınlar Haziran ayında greve gidiyor, Almanya ilk defa bu sene grev örgütledi, İngiltere greve gitmedi ama Türkiye’de olduğu gibi “grev fikrini tartışalım” dedi. İngiltere’nin sloganlarından biri: “Kadın grevi imkansız, tam da bu yüzden çok gerekli!”. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kadınlar grev fikrini  ücretli işi bırakma eylemi olmaktan çıkardılar.  Böylece aslında kadın emeğinin hayatın her alanında olduğunu göstermiş oldular; ücretli-ücretsiz emek arasındaki bağı ortaya çıkardılar ve grevi hayata geçirebilecekleri çeşitli alanlar belirlediler.

Yani grev için sabit bir yer ya da eylemlilik biçimi belirlenmedi. Mesela  sokağa da çıkıyoruz ama kendi evinde de yapabilirsin o grevi; iş yapmayarak ya da birine bu süreci anlatarak. Bu çeşitlilikle grev fikrini yaygınlaştırmak mümkün oldu.

Evet, ve bu aslında ikili bir süreç. Bir taraftan kadın emeğinin ücretli-ücretsiz emek olarak—bunun içine duygusal emeği de katacağız tabi ki—bir bütün olduğunu ortaya koydu. Öte yandan ister Türkiye’den ister Brezilya’dan, ister Almanya’dan, İngiltere’den grev metinlerine baktığımız zaman bir kesişimsellik perspektifi de görüyoruz. Grev metnini yazan kadınlar homojen bir gruptan değil queerler, göçmenler, yerliler, ücretli çalışanlar, işsizler, öğrenciler, ev kadınları, annelerden bahsediyor. Kadınlar arasındaki farklılıkların toplumsal kutuplaşma üzerinden değil patriyarkanın farklı tezahürleri üzerinden okunmasını öneren metinler bunlar. Bu açıdan çok kıymetli buluyorum bu metinleri.

Tam da bu yüzden grev fikri farklı coğrafyalarda farklı kadınlara kadar ulaşmış oluyor.

Bir mesele daha var burada. O da yükselen küresel feminizmin “egemen küresel Kuzey-ezilen küresel Güney” ikiliğini de aslında ciddi anlamda sarsmış olması. Amerikalı feministlerin “% 99’un feminizmi” diye adlandırdığı durum şu; küresel Kuzey dediğimiz ülkelerde de göçmenlerin, queerlerin, esnek ve güvencesiz çalışan kadınların, annelerin tıpkı küresel Güney’de olduğu gibi istikrarsız ve kırılgan bir pozisyonda olduklarını ve hem küresel Kuzey’de hem küresel Güney’de egemen ve ezilen grupların oduğunu ortaya koyuyor. Mesela Almanya’daki grev metni Nijerya’ya da referans veriyor; Türkiye’deki grev metni İspanya’ya, Arjantin’e ama Amerika’ya da referans veriyor. Bu çok önemli çünkü bizi “gelişmiş-gelişmekte olan dünya” ya da “liberal batı-otoriter üçüncü dünya” ikiliklerinden de kurtaran bir bakış açısı. Patriyarkal kapitalizmin her bağlamda, farklı tezahürlerle var olduğunu gösteriyor.

KADIN HAREKETİNE YÖNELİK ARDI ARKASI KESİLMEYEN SALDIRILAR VAR VE BU DA GREVİ ÖRGÜTLEMEDE ENGELLEYİCİ

Peki, Türkiye’de greve ses verildi ama grev çağrısı yapılmadı. “Kadınlar durusa hayat durur” dedik ama henüz bir karar almadık. Sence Türkiye açısından feminist bir grev mümkün mü?

Elbette mümkün. Hayatın her alanında yapılacak bir grev! Ücretli emek piyasasına ek olarak tüketmeyerek, okula gitmeyerek, ev işi yapmayarak da yapılabileceğini söylüyor bize bu global hareket. Fakat Türkiye’de kadın haklarına, toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik çok ciddi ve ardı ardına saldırılar var. İstismar meselesi, müftü nikahı, boşanmayı önleme, nafaka… ardı arkası kesilmeyen saldırılar ve biz haliyle yetişmekte çok zorlanıyoruz. Oysa ki grev örgütlemek aylar sürecek bir iş. Önümüzdeki sene grev tartışmasını yaygınlaştırmak istiyorsak buna ister greve ses vermek demeye devam edelim ister greve çıkıyoruz diyelim bugünden hazırlık yapmaya başlamamız gerekir. Sadece büyük şehirlerden değil Türkiye’nin her yerinden kadınları içine katan, farklı siyasi çizgilerden kadınları içeren bir tartışmayı bugünden başlatmamız gerekiyor ki grevi örgütleyebilelim. Sendikalar, meslek odaları, partiler bir kadın grevini destekleyebilecekler mi, grev fikri bu yönde kitleselleşebilir mi, bunları düşünmemiz lazım. 5-6 Ocak’ta İstanbul’da gerçekleşen Türkiye Kadın Buluşması’nda söz alan hemen her kadın Uluslararası Kadın Grevine referans verdi, “biz de parçası olalım” dedi. Dolayısıyla grev meselesini greve çıkmış veya çıkamamış olmak üzerinden değil de grev fikrinin kadınlarda yarattığı heyecan ve kadın hareketine, feminist harekete verdiği ivme üzerinden okumak gerekir.

FEMİNİSTLER BİR STRATEJİ OLARAK LAİKLİK KAVRAMINI KULLANMAMAYI TERCİH ETTİ

Türkiye’deki kadın hareketine gelmiş olduk. Bir dönem laiklik tartışmaları Kemalistlerin tekelindeydi ve laikliğin savunması da onlara bırakılmalıydı sanki. Laikliğin şimdi, Kemalist bağlam dışında feministlerce daha çok kullanılması ve toplumsal cinsiyetle ilişkilenmesini konuşmak isterim biraz. Laikliği feministler nasıl ele almalı?

Laiklik tartışmasını biz her ne kadar siyasal İslam iktidarıyla birlikte yaşanmaya başlanmış bir süreç olarak görsek de aslında bu kadınlar açısından II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan bir tartışma. Doğrudur, 1950’lerden neredeyse günümüze kadar ekseriyetle Kemalistlerin, Kemalist kadın örgütlerinin ele aldığı ve kavram olarak içini de doldurduğu bir şey laiklik. Fakat özellikle 1960-70’lerde sol-sosyalist hareketler ve bu haraketlerde aktif olan kadınlar da her zaman laiklik yanlısı ve dinci, gerici politikalara karşı bir duruş sergiliyor. Hatta 70’lerde sosyalist kadınlar Kemalist kadın örgütleriyle ve CHP’yle—çünkü CHP o zaman ortanın soluydu—işbirliği de yapıyor bu konuda, hem söylemde hem de eylemlilikte. Fakat feministlerin geçmişten beri bu kavramı kullanmamak yönünde stratejik bir yaklaşımı oldu ve tam da bu sayede farklı siyasi kimliklerden kadınları çeşitli, hem daha kurumsal hem de bağımsız, muhalif platformalarda bir araya getirebildiler. Yani dinci politikalara karşı feminist hareketin on yıllardır bir duruşu var ve bunu laiklik kavramını kullanmadan politikleştirmeyi başarmış.

Şimdi geldiğimiz noktada laikliğin bir kavram olarak Kemalistlerin tekelinden çıktığını ama aynı zamanda krimizalize de edildiğini görüyoruz. Bu bizim için farklı bir süreç doğuruyor. Biraz şuna benzetiyorum: “Feminist hereket” ve “kadın hareketi” kavramlarını bazen birbirinin yerine geçen kavramlar olarak kullanıyoruz. Ama aslında şunu kast ediyoruz; kendine feminist demeyen, örgütünün adında feminist geçmeyen, feminist politikaya vurgu yaparak söz üretmeyen ama bir taraftan kadınların ezilmesine ve erkek egemenliğine karşı mücadele eden kadınları da kadın kurtuluş hareketinin bir bileşeni sayıyoruz. Dolayısıyla feminizm ve kadın hareketi arasında bir ikilik görmüyoruz. Burada da hem meseleyi laiklik kavramına indirgemeyen hem de laikliği tamamen dışarıda bırakmayan bir politika üretmemiz lazım. Önümüzde bence gelecek vadeden bir yol var. AKP iktidarının baskıcılığı arttıkça başörtüsü yasaklarının kalktığı dönemde stratejik olarak AKP’yi destekleyen veya desteklememesine rağmen eleştirmeyen kadın gruplarının artık açıktan AKP politikalarına karşı tavır takındığını ve dindar olmanın illa muhafazakar olmak anlamına gelmediğini, gerici olmak anlamınaysa hiç gelmediğini söylediklerini görüyoruz. Bu kadınlar kendilerine feminist desinler veya demesinler sosyal medya üzerinden mobilize oluyorlar, bağımsız örgütlerini kuruyorlar, büyük şehirlerden küçük şehirlere yayılıyorlar. Bu sene İstanbul’daki 8 Mart eylemine katılan dindar kadınların sayısı önceki senelere kıyasla daha fazlaydı. Bir araya geldiğimiz zeminler 90’larda beri gitgide artıyor. Bunun için ben hiç karamsar değilim. Genç kadınlarda laik-İslamcı ikiliğini yerinden etme iradesi var ve bu irade iktidarın baskıcılığı arttıkça kendini daha da büyütecek ve gösterecektir.

DİNDAR KADINLAR BU CEPHEYE KATILDIKÇA İKTİDAR PANİKLİYOR

Bu ikilik hala var ve bazen de çok güçlü. Bunun “ezanı ıslıkladılar” gündemiyle nasıl bir ilişkisi var?

İki şey var. Taksim Meydanı’na yapılan cami, iktidar tarafından o meydanın gasp edildiğinin bir sembolü. Muhalefetin alanlarını gasp etme şimdi de sözünü gasp etme şeklinde sürüyor. “Ezanı ıslıkladılar” açıkça bir manipülasyondur. OHAL koşullarında bile yapılmış 16 yıllık bir yürüyüşün başkanlık sisteminde engellenmiş olması, kadınların üzerine kapsül kapsül gaz boşaltılmış olması, İstiklal Caddesi’nden ara sokaklara geçen kadınların yok olana kadar polis kıskacında gazlanmaya devam edilmiş olması ve tüm bunların aslında görüntülenmiş, belgelenmiş olmasına rağmen ezan tartışması altında görünmezleştirilmesidir yaşadığımız şey. Dolayısıyla ezan tartışmasının içini açmak yerine ezan tartışmasının neyi örttüğünü konuşmamız lazım bizim feministler olarak. Birinci söyleyeceğim bu. İkincisi de, feminizmin gücünü gösteren bir şey var bu tartışmada. Kadınlar birbirine düşmedi. Yüz yüze de tartışmalar yapıldı, sosyal medyadan da fikirler paylaşıldı yapıldı, buradaki feminist toplamın dışında da insanlar bu tartışmaya katıldı ama işte “ıslık çalındı-çalınmadı, düdük çalındı-çalınmadı, bir açıklama yapıldığı iyi oldu-açıklama hiç yapılmasaydı daha iyi olurdu” gibi farklı farklı, çatışan fikirler olmasına rağmen kadınların ‘birbirine düşmeyip’ ortak bir irade sergilemek üzere bir arada durmaya devam ettiklerini gördük. İşte bu gerçekten gücümüzü gösteriyor.

MÜSLÜMAN FEMİNİSTLER AKP İKTİDARINI TERS KÖŞEYE YATIRIYOR

Ezanla ilgili tartışmanın önemli bir boyutu da, Müslüman feministlerin sayısının ve görünürlüğünün artmasıyla birlikte, iktidarın feminizme düşman hareket muamelesi yapması arasında doğru orantı var. Feminizmi düşman hareket yaparak dindar kadınları kendi cephesinde tutmaya çalışıyor AKP. Çünkü politikasını “bütün başörtülü-dindar kadınlar bacılarımızdır” üzerinden kurdu ve şimdi o bacılar iktidarın dümen suyunda gitmiyor. Dindar kadınların toplumsal cinsiyet eşitliği cephesine katılımı arttıkça iktidarın paniklemesi normal. “Ezanı ıslıkladılar” ile şunu demeye getiriyor: “Siz oraya gidiyorsunuz, oranın bir bileşeni oluyorsunuz ama orası aslında sizin dininize, dolayısıyla sizin var oluşunuza, fıtratınıza aykırı bir yer” diyor. İktidar ve kadınlar arasındaki bu çatışmanın bizim açımızdan hayırlı olduğunu düşünüyorum. Müslüman feministler AKP iktidarını ters köşeye yatırma konusunda çok daha bilgililer ve donanımlılar çünkü tabiri caizse “o mahallenin içinden” geliyorlar. Bir gün inançlı bir hayat sürmeyle ilgili fikir ve söylem üretebiliyorlar, ertesi gün beden politikaları ile ilgili fikir ve söylem üretebiliyorlar ve bu ikisinin birbirini dışlayan şeyler olduğu fikrini darmaduman ediyorlar. İşte iktidarı terş köşeye yatıran şey de bu.

HÜKÜMETİN BELİRLEDİĞİ GÜNDEMLERE SIKIŞMAK YETERSİZ

Son olarak, feminist mücadelenin geliştirilmesi için şimdi ne yapacağız?

Bir kere şunu söyleyerek başlayalım. Feminist politikanın bir ana mecrası yok. Feminizme gücünü veren şey bir liderliğinin olmaması, kurumsal-mekansal-alansal bir ana mecrasının olmaması. Bu, “Feminizm herkes içindir”in altını dolduran şey. Bu demektir ki, kurumlardaki feministler kurumlarda, muhalif alanlardakiler muhalif alanlarda, iş yerlerindekiler iş yerlerinde, evlerdekiler evlerde, okullardakiler okullarda, yani hayatın tüm alanlarında kendi koşulları içinde mücadelesini verecek. Farklı feminist mecralar arasında köprüler kurulacak. Bu tabi ki bugüne dair bir strateji değil; feminizmin yüzyılı aşan tarihine baktığımızda gördüğümüz, femininizmin bugünlere taşınmasına vesile olan bir şey.

Günümüz özelindeyse takvim günlerine ve hükümetin belirlediği gündemlere sıkışmış bir feminizmin önemli olduğunu ama yeterli olmadığını söylemek gerekiyor. Hakikaten çok zor koşullarda politika üretiyoruz ve çok stratejik kararlar vermek gerekiyor. Kriminalize edilmiş bir hareketiz artık, sözümüzü dikkatle kuruyoruz ve buna çok enerji harcıyoruz ister istemez. Aynı zamanda Türkiye’de şu an feminist hareket en kitlesel, sokağı en çok ele geçirebilen hareket. Diğer sosyal hareketlerin umut bağladığı bir hareket. Üzerimizde bu kadar baskı ve yasağın olduğu, polis devletinin nefesinin ensemizde olduğu bir dönemde iktidarın söylemlerinin bizi bölmesine, zayıflatmasına izin vermeden nerelerde kadın dayanışmasını örebiliriz ve kadın kurtuluş hareketini nasıl büyütebiliriz diye bir arayış içinde feministler. Burada kendi sözümüzü üretebiliyor olmamız önemli. Elbette haklarımıza sahip çıkacağız ama hayatlarımızı doğrudan etkileyen meselelerin bu hengamenin, bu baskı ve yasak selinin içinde gündemden düşmesine izin veremeyiz. Örneğin bugün beden politikalarını ve ikili cinsiyet sistemini belki çok tartışamıyoruz ama özellikle genç kadınların bu meseleyi çok sahiplendiğini iyi biliyoruz ve bu gerçekten bizim dönüştürücü gücümüzdür. Barış, laiklik, emek ve çevre meselelerinde de bunlar arasında önem ve öncelik sırası gözetmeksizin kendi sözümüzü, politikamızı oluşturmalıyız. Elbette bu kolay, pürüzsüz bir süreç olmayacak ama birbirimize güvenerek ve sahip çıkarak, birbirimizi dinleyip birbirimizden öğrenerek, kıran kırana çatışsak bile sonunda barışmayı hedefleyerek gündelik hayatımızı şekillendiren konularda sağlam bir duruş sergileyebileceğimize inanıyorum. Çünkü kendi meselesine sahip çıkan milyonlarca kadın var bu ülkede ve feminist mücadelenin geri dönüşü yok.