Büyük Çöküş Ardından Ne Gelir? – M. Sinan Mert
İktidar nasıl eroinman gibi sıcak para akışının sonunun geldiğine inanmak istemiyorsa muhalefet de rejimin artık seçimle değişmeyecek kadar rijitleşmiş bir karaktere büründüğünü anlamamış görünmek için olağanüstü çaba harcıyor.
Ekonominin yaşadığı büyük çöküş, açıklanan büyüme rakamlarıyla resmen teyit edilmiş oldu. 2018’in ilk çeyreğinde %7.4 büyüme ile “dünya rekoru” kıran Türkiye ekonomisi son çeyrekte %3 küçülerek serbest düşüşünde yeni bir konağa ulaştı. Bahçeli’nin yırtına yırtına “Beka da beka” diye bağrınması, Erdoğan’ın da “ezanı protesto ettiler” diyecek kadar seviyeyi düşürmesi ile ekonomide yaşanan bu çöküşün doğrudan ilişkisi olduğu düşünülebilir.
AKP’nin faşistleşme süreci ile küresel sermaye hareketlerinin yön değiştirmeye başlaması arasındaki paralellik daha önce birçok defa vurgulandı. FED’in, dünya piyasalarına sürdüğü 10 trilyon doların yarattığı sahte cennetin simlerinin dökülmeye başladığı 2013 yılı sonrasında AKP, kendisini en güçlü hissettiği bir momentte ekonomiden kaynaklanan basınçlarla karşı karşıya buldu. Müesses nizamla giriştiği mücadelede ucuz yabancı fonların orta sınıflarda yarattığı rızanın desteğini ciddi biçimde hisseden AKP, Saray rejiminin inşasını böylesi bir rıza kaynağından mahrum bir ortamda gerçekleştirmeye çalıştıkça giderek faşistleşti. Suriye politikasının Kürt hareketinin zeminini güçlendirmesi, güçlenen Kürt hareketinin Gezi sonrasında Batı’da ortaya çıkan güçlü demokrasi dinamiği ile buluşarak ülkeyi demokratikleşme eşiğine taşıması ise faşizmin sadece AKP tabanı ile sınırlı olmayan desteklerini yarattı. Ancak ekonomide işlerin giderek bozulması, zorun rıza ile desteklenmesini giderek imkânsız hale getiriyor, faşizmin çıplak zorbalığı ise daha geniş kesimlerce bir tehdit olarak algılanır hale geliyor, bu tablo da Saray rejimini faşizme daha da sıkı sarılmak zorunda bırakıyor.
AKP’nin ülkeyi şaha kaldırma safsatasının tüm inandırıcılığı herhalde 2018 kişi başına düşen milli gelirinin 2007’deki seviyesinin altına inmesi ile tuzla buz olmuştur. Türkiye’nin milli geliri geçtiğimiz yıla göre 67 milyar azalmış durumda. Damat Berat, geçtiğimiz hafta “Türkiye ekonomide yeniden bir başarı hikâyesi yazmaya başlamıştır” demişti, bu hafta açıklanan rakamlarla bu hikayenin ne menem bir şey olduğu açığa çıktı. Erdoğan’ın kontrolden çıkmış olan işsizlik ile ilgili çözümü TOBB üyelerinin her birinin ikişer kişiyi istihdam etmesi ile toplam 2,5 milyon kişiye iş sağlamak! Kasaba politikacısı mantığı ile bulunan bu çözümler (!), işsizlik ve yoksulluk yüzünden bu kadar canımız yanmıyor olsaydı sabahlara kadar gülmemize yol açardı.
Krizin V tipi değil L tipi adı verilen yapışkan ve etkileri kolay atlatılamayacak bir mahiyette olduğu giderek belirginlik kazanıyor. İnşaat sektöründeki %8,7’lik daralma Saray’ın tüm oyun planlarını bozuyor. Merkez Bankası yeni bir döviz şoku korkusuyla %24,5 seviyesindeki politika faizine dokunamıyor ancak bankaların faizleri düşürmesi için siyasi baskı olarak algılanabilecek hamleler yapılıyor. ( Sahi “doların 4 lira olduğu algısı yaratılması yanlış” diyen Saray’ın ekonomi bilmez ekonomi danışmanları Cemil Ertem ile Yiğit Bulut nerelerde bugünlerde? ) Hükümet, kurduğu oyunun bozulduğunu bir türlü kabul etmeyen şımarık çocuklar ayarında davranıyor. Ucuz döviz kanalları tıkanmış, AB’nin Türkiye’nin üyelik sürecini dondurmasının önündeki tek engel Suriyeli mülteciler, ABD ile S-400; Rusya ile İdlib gerilimi giderek tırmanırken ülkenin finansal kredibilitesi daha da fazla sorgulanıyor. Dışarıdan ucuz döviz akmıyor, evler peynir ekmek gibi satılmıyor, 2 milyon satılmamış konut inşaat şirketlerini paçalarından çekerken bankaların düşük faize zorlanması ile buradan çıkılabileceği düşünülüyor. Yatırım harcamalarının son çeyrekte %25 oranında küçülmüş olması işsizlikteki ivmenin katlanarak artacağını gösteriyor.
Faşizm bu tablonun faturasının Saray rejimi tarafından ödenmemesinin yegâne güvencesi olarak görülüyor. Bu yüzden de sokak muhalefetini tetikleyebilecek bütün unsurlara en ağır baskı ve tehditler giderek sıradanlaşıyor. Erdoğan’ın sevda ve aşk temalı bilboard afişleri yaşanan gerilim ile tam bir tezat oluşturuyor. Seçimler yaklaştıkça bu gerilimin daha da artacağı, seçimler sonrasında ise faşizmin elini daha açık oynamak zorunda kalacağı bir momentin oluşacağı açıkça görülüyor.
Toplumsal muhalefet bu saldırgan faşizm karşısında örneğin sandıkta hak ettiğini sahiplenebilecek bir direnç oluşturabilecek mi? Saray rejiminin hukukuna güvenmenin ötesinde bir arayış içerisinde olabilecek mi?
İktidar nasıl eroinman gibi sıcak para akışının sonunun geldiğine inanmak istemiyorsa muhalefet de rejimin artık seçimle değişmeyecek kadar rijitleşmiş bir karaktere büründüğünü anlamamış görünmek için olağanüstü çaba harcıyor.
Provokasyona gelmemek önemli ancak işler kışkırtma boyutunu aşarsa ne yapacağı üzerinde şimdiden düşünmemek de biat etmenin bir başka biçimi olmuyor mu?