Derin Devlet Mi? O Da Ne? – M. Sinan Mert
Venezuela’ya bakıp ABD’nin Maduro’yu devirme girişimini “diktatöre karşı demokrasi” gerekçesi ile makul görebilen şapşallık Türkiye’de faşizmi inşa eden politik aktörü görünmez kılmak için bir “derin devlet” sis bulutu yaratmaya bayılıyor.
Saray ittifakının dilinden düşürmediği beka sorunun gerçekte ne olduğunu anlamak isteyenlerin bakması gereken yer bugünlerde Venezuela. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Maduro’nun günlerinin sayılı olduğunu açıklaması, Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Patruşev’in ABD’nin Venezuela’ya saldıracağını ilan etmesi, Cumhuriyetçi senatör Rubio’nun Kaddafi’nin linç fotoğraflarını paylaşarak Maduro’ya mesaj vermesi hiçbir açıdan hayra alamet işler değil. Ancak beka kavramının Venezuela’da bile Erdoğan-Bahçeli kadar sık kullanıldığını sanmıyoruz. Maduro’yu linç etmekle tehdit eden Trump, Erdoğan ile neredeyse gün aşırı telefon görüşmesi yapıyor. Hatta birbirlerini ülkelerine davet etme konusunda “önce sen gel bak darılırım” tadında diyaloglar gelişiyor. Beka meselesinin bu kadar uzun boylu konuşulabiliyor, Saray’ın hala bu hayaletten medet umuyor olabilmesi aslında muhalefetin bu söylemin temelsizliğini ortaya koymaktaki başarısızlığının bir ürünü. Bu etkisizliğin en önemli sebebi ise standart bir Türk milliyetçisi için dünyanın 77 milletinin yegane derdinin Türkiye’yi bölmek olduğuna dair saplantıdır.
Erdoğan’ın beka söylemine bu derecede sarılmasını onun derin devlete sığınmasının bir kanıtı olarak görenler de var. CHP’li Özgür Özel, kısa bir süre önce şu anda iktidarın ne Erdoğan ne de Bahçeli’de olduğunu söyleyen akıllara ziyan bir açıklamada bulunmuştu. Akıllara ziyandır çünkü tüm devletin doğrudan Erdoğan’a bağlı kurumlar ağı olarak inşa edildiği bu yeni rejimin en açık, en belirgin öğesini “aslında yok öyle bir şey” diyerek sahne gerisine itmeye çalışmaktadır. Ancak bu kanaat belli kesimlerde son derece yaygındır. Bu anlatıya göre, Türkiye’de devleti kurmuş olan anlayış bir çelik çekirdek olarak zamanlar ve mekânlar ötesi bir biçimde iktidara hâkimdir. Erdoğan zamanında bu çekirdekle kavgalı olduğu için “ilerici” işler yapabiliyordu, ancak artık onların kontrolüne girmiştir. En son Evrensel’den Yusuf Karataş, adlarında Kürdistan kelimesi geçtiği için kapatılmak istenilen partilerin bile yaşananları “MHP vesayeti”, “AKP’ye kayyım atanmış olması” ile açıklama iştahlarından bahsediyor ve haklı olarak da bu durumu yadırgıyor.
Türkiye’de derin devlet denilen ordu vesayetiydi ve Erdoğan onu cemaat ile işbirliği halinde, Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde darmaduman etti. Cemaat, boşalan vasi makamını doldurmak üzere hamle yapmak istese de Erdoğan bu adımı 15 Temmuz sonrasında ezmeyi başardı. Şu aşamada cemaatin Saray’a biat eden özellikle sermayedar ve silahsız kanadıyla anlaşarak, devletin güvenlik teşkilatının dehlizlerinde tutunmaya çalışan son silahlı kanat uzantılarını da kazımaya devam ediyor. Son seçilen Meclis Başkanı’nın 17-25 Aralık soruşturması sonrasında “70’lerden beri Hocaefendi’nin kasetlerini dinleyip yazılarını okuyarak yetişmiş insanlarız” demiş olması bu perde arkası uzlaşmanın ifadesi olması açısından da dikkat çekici.
Yani uzun lafın kısası Türkiye’de şu anda vesayet sahibi tek kurum Saray’dır. Perinçek’in ve Bahçeli’nin şu anda Saray ile ittifak halinde olmasından yola çıkarak inisiyatifin onlarda olduğunu hatta bu iki ultra milliyetçi aktörün derin devletin temsilcileri olduğunu varsaymak aymazlıktır. Bunlara Erdoğan’ın gücüne denk bir siyasi güç vehmeden herhangi bir politik analizcinin yanından, kendisini hezeyanlarıyla baş başa bırakarak, derhal ayrılmak gerekir.
Erdoğan’ın dün Kürdistan’ın nasıl da meşru bir isimlendirme olduğunu anlatırken bugün “tarihimizde bile böyle bir yer yoktur” noktasına rahatlıkla gelmesi, onun derin devletin ağlarına düştüğü anlamına gelmez; tam tersine ne kadar “kıvrak” ve pragmatik bir siyasetçi olduğunu gösterir. Erdoğan için siyaset iktidarda kalabilme sanatıdır. Damat Berat dememiş miydi “Erdoğan aya yol yaptık dese inanacak milyonlar var, bu bizim en önemli şansımız” diye?
Venezuela’ya bakıp ABD’nin Maduro’yu devirme girişimini “diktatöre karşı demokrasi” gerekçesi ile makul görebilen şapşallık Türkiye’de faşizmi inşa eden politik aktörü görünmez kılmak için bir “derin devlet” sis bulutu yaratmaya bayılıyor. Herhalde Erdoğan’ın bu kadar sık değişebilme ihtimaline yeni bir açık kapı bırakılmak isteniyor. Liberalizm, içinde bulunduğumuz kabustan bir sihirli yukarıdan dokunuş ile uyanmak isteyenlerin içinde kıvrandığı düşünsel çerçeveyi oluşturmaya devam ediyor. Oysa faşizmden kurtulmak için gerçekten mücadele edecek, kurtuluşu bir yerden beklemeyecek sahici politik güçlere ve aktörlere ihtiyaç var.
Yaklaşmakta olan 31 Mart seçimleri faşizmden kurtuluş için bir anlam ifade edebilir mi?
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yapılan seçimlerin tamamının sonuçları baştan belli, kurgu karıştırılmış, demokratik değil otoriter seçimler olduğunu bir saniye bile unutmamak gerekiyor. Seçimler artık seçme amacıyla değil de Saray’ın tercihlerini meşrulaştırma amacıyla gerçekleştiriliyor. Anti-faşist güçlerin demoralize edilmesi, enerjisinin alınması ve umutsuzluğa itilmesi amacıyla kullanılageliyor. Bütün bunların farkında olan toplumun geniş kesimleri de seçimler konusunda neredeyse hiçbir heyecan sergilemiyor. Önceki seçimlerin atak inisiyatiflerinden, Hayır Meclislerinden hiçbirisini hayata geçirebilmiş değiliz.
Ancak son zamanlarda Erdoğan’ın demeçlerine yansıyan tedirginlik sadece gerçekleşmediği düşünülen konsolidasyonu teşvik etmeye dönük bir şaşırtmaca mıdır? Burada daha çok öne çıkan ekonomik krizin tetiklediği koşulların muhalefet dışındaki toplumsal kesimler açısından da ciddi bir sorgulama sürecini başlatmış olmasının politik yansımalarının hissediliyor olduğu tespitidir. AKP içindeki muhalefetin de doğru zamanın yaklaştığını hissettiğine dair emareler artıyor.
Seçimlerle her şeyin değiştirebileceğini ve kendiliğinden bir beyaz sayfanın açılabileceğini düşünmek nasıl safdillikse seçimlerin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini söyleyip durmak da tek başına devrimcilik olarak addedilemez. Önemli olan, tüm gelişmeleri yakından takip ederek bunları devrimci sonuçlar yaratacak yönde itekleyebilecek bir taktiksel çerçeveye ve politik iradeye sahip olabilmektir.
Yelkeninizi doğru çatmayı beceremezseniz en doğru rüzgâr bile işinize yaramayacağı gibi sizi alabora da edebilir.