1980 Sonrası Krizler ve Özellikleri – Mehmet Yılmazer
Krize “kriz” denilemeyen bir dönemdeyiz. Ayrıca krizin nedeni olarak dış mihrakların ve hatta marketlerin sorumlu tutulduğu günlerden geçiyoruz. Zabıta zoruyla fiyatları düşüreceğini sanan iktidar, aynı zamanda krizin nedeni ile ilgili günahı kendi sırtından atacak bir algı yaratıyor.
Yaşanan krizle ilgili daha genel bir sonuç çıkarabilmek için öncekilere de bakmak yararsız olmaz. Yakın tarihimizde iki önemli kriz yaşandı. En önemlisi 1980 krizidir. Ardından yine ekonomik ve siyasal olarak önemli sonuçlar yaratmış olan 2001 krizi yaşanmıştır. Sonuncusu henüz tam etki ve sonuçlarını yaşayamadığımız ancak çok yakın zamanda bütün şiddetiyle gelecek olan 2018 krizidir.
1980 krizi ülkenin ekonomik ve siyasal tarihinde önemli dönüşlere neden olmuştur. O güne kadar kurulan ekonomi, yüksek teknik gerektiren ara mallarını ithal edip içeride küçük ilavelerle üretip iç pazara sunma ağırlıklıydı. Bu yapı kaçınılmaz olarak dönem dönem döviz ve borç krizine yol açıyordu. O günün ekonomik yapısının diğer önemli özelliği belli ölçüde kamu iktisadi kurumlarına dayanmasıydı. Ekonomi bu yanıyla ‘devletçi’ bir özellik de taşıyordu. 1980 kriziyle birlikte dünyadaki gidişe de paralel olarak ekonominin devletçi yanlarının köklü bir şekilde tasfiyesine başlandı ve neoliberal ekonomi yolunda ilk önemli adımlar atıldı.
Bu yolda özellikle tarıma yapılan sübvansiyonlar kaldırıldı, faizler serbest bırakıldı, özelleştirmeler başlatıldı ve bir müddet sonra da serbest kur uygulamasına geçildi. Böylece Cumhuriyet tarihine damgasını vurmuş ekonomide devletçi anlayış ve yapılar tasfiye edilmiş; bütün ekonomi neoliberal uygulamalara hazır hale getirilmişti.
Döviz ve borç krizinin aşılması için Türkiye gibi ülkelerde kaçınılmaz uygulama halkın zorla tasarrufa sokulmasıdır. O günün koşullarında bu ancak bir askeri darbe ile mümkündü. En az yirmi yılın mücadelesiyle kazanılmış hakların tümüyle geri alınması yaşandı.
1980 krizi ekonomide uluslararası sermaye düzenine tam bir uyum ve sınıflar mücadelesinde çalışanlar aleyhine tam bir kırılma noktası yaratmıştı. Artık ekonomi uluslararası sermayenin operasyonlarına çok daha açık hale geliyordu. Halkların mücadelesi açısından ise taşların bağlandığı; köpeklerin ortaya salındığı bir dönem başlıyordu.
2001 krizinin temelinde aslında ekonominin liberalleşmesi ve her türlü spekülasyona açık hale gelmesi yatar. Faiz serbest bırakılınca ve para transferi serbestleşince 1980 sonrası pıtrak gibi bankalar ortaya çıkmıştı. 81 bankaya izin verilmiş, büyük çoğunluğu uluslararası piyasalardan kredi alıp devlete borç vererek yüksek karlar elde etmiştir. Aynı zamanda ‘holding bankaları’ türemiş, topladıkları parayı holdinge aktararak bankaların içi boşaltılmıştır. Bu tatlı karlar dönemi çok geçmeden tıkanmış, bankalarla birlikte finans sistemi krize girmiştir. 81 bankadan 27’si batmış, 50 bin bankacı işsiz kalmış, ayrıca krizde 1 milyon işsiz ortaya çıkmış ve 12 milyar dolar batmıştır.
Özetle, 1980’lerde ekonominin ‘serbestleşmesi’nin yarattığı finansal spekülasyon ortamının bedeli 2001 krizi ile ödenmiştir.
Krizin iki önemli sonucu olmuştur. Banka sisteminin %40’ı, sigorta sisteminin %65’i, borsanın %64’ü yabancı sermayenin eline geçmiş, dolayısıyla ülkenin finans sistemi ağırlıklı olarak uluslararası sermayenin denetimine girmiştir.
İkinci önemli sonuç, krizin siyasal bedelidir. 1980 sonrası siyaset sahnesinde olan partilerin büyük bir bölümü kriz sonrası ilk seçimlerde tasfiye olmuştur. Bu aynı zamanda o günlere kadar düzenin ideolojik zemini olan Kemalizm’in de egemenliğini kaybetmesi sonucunu yaratmıştır. Böylece 2001 krizi Siyasal İslam’ın iktidara tırmandığı bir dönemin açılışı olmuştur.
Son 2018 krizine bakıldığında ekonominin temel sorununun değişmediği ancak spekülasyon yollarının farklılaştığı görülebilir. Yine ortada gelişmiş tekniğe ve uluslararası pazarda rekabet gücüne dayalı bir ekonomi yoktur. AKP iktidarı bir yandan yarım kalmış özelleştirmeleri sonuna kadar götürmüş; öte yandan uluslararası piyasadaki para bolluğunun sağladığı imkanla sıcak para akışı artmış, ancak para ranta ve inşaata yatırılmıştır. Sonunda 450 milyar doları aşan bir borç yığınıyla yeniden tıkanma noktasına gelmiştir. Şu anda ekonomideki kredi hacmi %20 küçülmüştür. Hazine ancak yüksek faizlerle uluslararası piyasalarda borçlanabilmektedir. 2018’de %5 ile alınan Euro üzerinden borç 2019’da ancak %7.6 ile alınabilmiştir. Bu, büyük bir ek geri ödeme anlamına geliyor.
2018 krizinin bir özelliği gözden kaçırılmamalıdır, o da sermayenin el değiştirmesidir. AKP kendi sermaye tabanını yaratmak için tüm imkanlarını seferber etmiştir, ancak hala yeşil sermayenin ekonomideki ağırlığı %10 civarındadır. Mevcut krizi sermayenin el değiştirmesi için fırsata dönüştürmeye çalışan iktidar aynı zamanda ekonomik ve siyasi olarak büyük bir gerilimi de tetiklemiş oluyor.
Sonuç olarak, Türkiye bir kez daha çok önemli bir yol kavşağına dayanmıştır. Ekonomide rantla yeşil sermayenin büyütülmesine mi devam edilecektir; yoksa rekabet gücüne sahip ekonominin inşası için mi yola çıkılacaktır? İktidar ilk kolay yolu sonuna kadar zorlamaya niyetli görünüyor.
Öte yandan, faşizme gidişin yolları döşenirken ülkenin genç yetenekleri Batılı ülkelere göç ediyor. Toplumun nefes boruları tıkanırken derin bir sosyal çürümenin içine giriliyor. 2018 krizinin ekonomik ve siyasal bedelleri henüz tam olarak ödenmemiştir. Ancak bu tarih çok uzak değildir.