Rejimin yeni av sahası

Hiç kimsenin Kürtlere sonsuza kadar kurban rolünü dayatmaya hakkı olmadığı ortada. Ancak bugün sorunumuz kimin ne konuda ne kadar günahkâr olduğu değil demokrasi güçlerinin böylesi kritik bir eşikte birlikteliğini koruma becerisi gösterip gösteremeyeceği.

Halkın barış umutlarıyla iktidarın faşizmi derinleştirme arayışlarının aynı konjonktürde derinleşmesi mümkün mü? Böylesi bir momentte devrim ve demokrasi güçlerinin birlikteliği korunarak geliştirilebilir mi? 

Saray rejimi kurumsallaştırdığı ikili devletin (norm devleti/önlem devleti) üzerine projeksiyon tuttuğu kesimleri değiştiriyor. ABD’nin Ortadoğu tasarımı çerçevesinde Suriye’nin yeniden yapılanması, İsrail-Türkiye ilişkilerinin istikrarlı ve kazaya yol açmayacak bir biçimde düzenlenmesi, İran’ın dişlerinin sökülerek yeni Ortadoğu düzeninin sınırları içine çekilmesi ilkesel hedeflerine yönelik hamleleri PKK’nin silah bırakmasını çerçeveleyen gelişmelerin temelini oluşturuyor. PYD ve HTŞ’nin yeni Suriye’nin kurucu blokları olarak entegrasyonunun bu planın önemli bir parçasını oluşturduğu düşünülebilir. Bu koşulların Kürt sorununun silahlı çatışmanın kalıcı olarak gündemden çıktığı bir düzlemde ele alınmasına yol vermesinin her musibetten bir hayır çıkması olarak değerlendirilmesi mümkün. Ancak Saray rejiminin gerçek niteliği konusunda bir hayalperestlik oluşturacak beklentilerin ağırlık kazanması hiç kuşku yok ki musibetin ağırlaşması sonucunu yaratma ihtimalini de barındırıyor. 

Saray rejimi, anayasası Çökertme Planı olan bir siyasi kurumsallaşma olarak ortaya çıktı. Erdoğan’ın 2015 seçimlerini kaybederek Çökertme Planı’na dört elle sarılması o döneme kadar muhalefet bloğunda yer alan MHP’nin hızla iktidar saflarına akmasını mümkün kılmıştı. İnşa edilen yeni rejim öncelikle Rojava’da kökleşme potansiyeli ortaya koyan ve IŞİD’e karşı savaşta yeni ittifaklar edinen Kürt siyasi hareketinin etki alanını yok etmeyi hedefledi. Bu sebeple de ülke içinde harekete karşı çok yönlü bir saldırı geliştirdi. Bu dönemde önlem devleti ve devletin şiddet aygıtları bütün gücüyle Kürtleri ve sosyalist müttefiklerini hedef tahtasına yerleştirdi. Ancak hem Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler hem de HDP/DEM çizgisinin faşizme kaybettirme stratejisinin başarısı rejimi bir yol ayrımına itti. 

Bu makas değişikliğinde iktidar tarafından ortaya konan perspektif kendi yıkımının önünü açacak bir demokratikleşme değil sadece önlem devleti kapsamına alınan politik aktörlerin kapsamının dönüşümünden ibaret. İktidarın İmamoğlu’nu şeytanlaştırma ve bir örgüt lideri olarak lanse etme noktasında kararlılık sergilediği görülüyor. İtirafçılardan alınan ifadelerle bir hikaye üretilmeye çalışıldığı, İmamoğlu’nun ve çevresinde onunla hareket eden kadroların siyaseten ezilmesinin hedeflendiği açık. Bu sebeple önümüzdeki dönemde önlem devletinin mesaisinin önemli bir kısmı bu tasfiyenin gerçekleşmesine yönelik gerçekleşecek. CHP’nin de İmamoğlu konusunda bir tercihe zorlanacağı, kayyım tehdidinin de bu tercih aşamasında bir ikna aracı olarak kullanılacağı görülüyor. 

Önlem devletinin av sahasının koordinatlarının dönüşümünün bir demokratikleşme olarak anlaşılması mümkün değil. Ancak kendisi de uluslararası meşruiyetini geliştirme arayışındaki Kürt siyasi hareketinin de bu süreçte barışçıl dönüşüm konusunda ısrarcı olacağı, bu ısrar sebebiyle de gündelik siyasetini belirlerken olabildiğince hassas bir tutum sergilemeye çalışacağı ve iktidarla arasındaki ilişkiyi kilitleyecek riskli alanlardan uzak kalmaya çalışacağı düşünülebilir. Kılıçdaroğlu yönetiminin kendisi için de bir tehdit olarak algıladığı HDP’nin Demirtaş ve Yüksekdağ başta olmak üzere milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılırken nasıl “bağrına taş basarak” Anayasa hilafına tutuklamalara yol verdiği hâlâ hatırlarda. Hiç kimsenin Kürtlere sonsuza kadar kurban rolünü dayatmaya hakkı olmadığı ortada. Ancak bugün sorunumuz kimin ne konuda ne kadar günahkâr olduğu değil (“ilk taşı hiç günah işlememiş olanınız atsın”) demokrasi güçlerinin böylesi kritik bir eşikte birlikteliğini koruma becerisi gösterip gösteremeyeceği. Bu beceri gösterilemediği durumlarda kasanın kazanmaya devam edeceği açık. Dolayısıyla bugün faşizme karşı mücadelenin aktörlerinin birbirini şeytanlaştırmasına yönelik bir çabayı her tutumun üstünde görenlerin, rejimin ideolojik aygıtının parçası olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır. 

Böylesi bir kritik momentte faşizm karşıtı siyasetin yön bulmaya çalışırken temmuzda asgari ücretin arttırılması yönündeki bir sarsıcı kampanyada güçlerini birleştirmesinin faydaları saymakla bitirilemez. Sözün ayırdığı ancak eylemin birleştirdiği koşullarda faşizmin toplumsal zeminini de çözme potansiyeli olan bu gündemin zor ve kırılmalara açık bir konjonktürde anti faşist muhalefete muazzam bir alan açacağı ve rejimin ezberini çok güçlü bir biçimde bozacağı açık. 2025 Taksim-Kadıköy çatallanması bu zeminin güçlü bir olanak hâlinde kendisini ortaya koymasını geciktirdiği için yıkıcı sonuçlar üretti. Ancak hâlâ geç değil. 

Barışı ve özgürlüğü kazanma mücadelesini ekmeğimizi büyütme kavgamızla birleştirdiğimizde faşizm yenilecek.