Katliamın kıyısında zorlu denklemler
Bölgede çok büyük bir altüst oluş yaşandığı açık. Bu büyük altüst oluş içerisinde ezberlerle yürünecek 1 santim yol kalmadı.

Suriye savaşının İslamcı hareketin faşistleşmesi sürecindeki başka hiçbir etkenle kıyaslanamaz rolü, sahil bölgesinde geçtiğimiz hafta sonunda yaşanan kan banyosu sonrasında bir kez daha açıkça ortaya çıktı. Gözü dönmüş bir mezhepçilikle desteklenen İbn-i Teymiyyeci katliam çizgisi karanlık yüzünü bir kez daha ortaya koydu. Bölgeden akan videolarda akıllara zarar sivil katliamları açıkça belgeleniyor, failler ise cihat gerçekleştirdikleri fikriyle mutluluktan göklere uçuyorlar. Sahilde yaşanan gerilim, Alevilere yönelik keyfî cinayet ve tutuklamalarla doruk noktasına çıkmıştı. Bölgede HTŞ güçlerinin pusuya düşürülmesi sonrasında had bildirmek amaçlı bir katliam senaryosu hayata geçirildi.
“Onları sevindiren bu çatışmalı zemini birileri için kullanışlı hâle getiren de “Aleviler katlediliyor” yalanıyla mevcut yönetimin suçlanmasına yol açan da Lazkiye bölgesinde sivilleri katleden HTŞ içindeki radikal gruplardı. Olayları yakından izleyen Batı basınında o gruplar, “Çoğu Orta Asya’dan gelen cihatçılar” olarak tanımlanıyor ve Şara yönetimini “hain” olarak niteledikleri yazıyor.”
Saray Rejimi yanlılarının açıkça bir katliam yaşanırken bundan tedirgin olan insanların tepkilerini kriminalize etmeye yönelik yaklaşımları, yaşananları HTŞ içindeki radikal grupların varlığıyla açıklamaları karartma yaratma amacını taşıyor. HTŞ’nin El Kaideci yakın geçmişine kolaylıkla sünger çekebilmeleri mümkün değil. Colani’nin bu radikal grupların yöneticilerini Lazkiye başta olmak üzere birçok bölgeye vali olarak atadığı biliniyor. Sahilde yaşananların “Esad artığı milislerin temizlenmesi” olarak lanse edilmesinin de Alevilerin hassasiyetinin üzerinde açıkça tepinilmesi olduğu görülmüyor mu? Alevi katliamı yaşanmadığı iddiası bu kadar sağlamsa Colani’nin kurdurduğu Tahkikat Komisyonu ne amaçla oluşturuldu? Kamyonlarla terör saçarak “Suriye’nin bütünlüğünü” koruyan cihatçılar İsrail’in güney işgali konusunda neden aynı duyarlılığı sergilemiyor?
“Mesele benim yazımda bir kelimeyi unutmamdan daha kritik yani. An itibariyle gelinen noktada Nusayri şeyhi olan biri İsrail’i Suriye’ye müdahil olmaya davet ediyor mesela. Bunun anlamını hepimiz biliyoruz değil mi? İran’ın, Suriye’ye ezim ezim ezilerek yenilen İran’ın verdiği destekle Nusayri teröristler an itibariyle “acaba aradan sıyrılır da İran ve İsrail’in desteğiyle bir butik devlet kurabilir miyiz?” oyunu oynuyorlar ama avuçlarını yalarlar ancak. Karşılarında, ülkelerini emperyalistlerin elinden söke söke alan Suriye halkı var. Üç beş Nusayri teröriste pabuç bırakmazlar. Bırakmadılar da zaten. Terörün cezası kesildi ve şimdilik olaylar duruldu.”
İslamcıların entelektüel diye ortamlara lanse etmeye çalıştığı tipin kullandığı dil bu. Faşistleşmenin alamet-i farikası. Suriye’de yaşanan iç savaşı sadece Sünnilerin çektiği acılar üzerinden hikâyeleştiren, BAAS Rejimini Nusayri diktatörlüğü ile eşleyen bu anlayış intikamcı katliamların yenilerini de meşrulaştırıyor. IŞİD’in, El Kaide’nin yaptıklarının unutulması bekleniyor, özellikle iktidarın iç savaşa benzin dökme girişimleri temize çekilmek isteniyor.
“Şam’a efelenen İsrail’in hedefi, Türkiye’nin bölge ülkeleri üzerinden yürüttüğü yoğun diplomasi ile Suriye’nin birliği ve bütünlüğünü koruyacak hamlelerini baltalamak. PKK’nın silah bırakıp kendini feshedeceği yeni dönemde Türkiye’nin Kürtlerle birlikte bölgede elde edeceği yeni stratejik kazanımları şimdiden akamete uğratmak. Amaç, Şam’daki yeni yönetimi daha ayağa kalkmadan felç etmek. Tartus ve Lazkiye’de bir Nusayri özerk bölgesiyle Suriye yönetiminin Akdeniz’e çıkışını kapatmak istiyor. Bu hamlenin, Türkiye’nin yeni Suriye ile imzalayacağı muhtemel deniz yetki anlaşmalarını ve Doğu Akdeniz’deki yeni açılımlarımızı baltalamaya yönelik olduğunu herkes biliyor.”
İslamcılar İsrail’in karanlık planlarından bahsedip duruyorlar ancak Suriye’deki rejim değişikliğiyle İsrail’e nasıl bir stratejik derinlik kazandırıldığı, İsrail işgalinin neden görmezden gelindiği konusunda suspuslar.
Alevilere dönük saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde PYD ile Colani yönetimi arasında bir anlaşmanın imzalandığı haberlerinin basına düşmesiyle yeni bir şaşkınlık dalgası yükseldi. Anlaşmanın basına yansıyan 6. maddesinde “Esad kalıntıları”na karşı ortak hareket vurgusu yapılmış olması da bu şaşkınlığın yerini kızgınlığa bırakmasına da yol açtı. PYD Eş Başkanı Xerib Hiso ise anlaşma sonrasında yaptığı açıklamada “21 yıl önce yok edilmek istenen Kürt Halkı, bugün Suriye devletinin ortağı” ifadesini kullandı. Hiso açıklamasının devamında Alevilere yönelik katliamları da açıkça kınıyor. “Aleviler ne yapmış? Esad yanlısı deniliyor bu doğru değil. Bugün Alevilere yapılan katliam Şengal’de ve Kobane’de yapıldı. Zihniyetleri katliamcıdır, ahlakları yoktur”.
Bölgede çok büyük bir altüst oluş yaşandığı açık. Hizbullah’ın çok ağır darbeler aldığı, Gazze’nin neredeyse haritadan silinmek istendiği koşullarda bölge halkları açısından çok büyük riskler bulunuyor. Jenoside varacak katliamların kapıda olduğu bir dönemdeyiz. Bu noktada Kürtler çok boyutlu bir örgütlülük ve ittifaklar ağıyla kendilerini bu katliamcı tehdidin dışında kurumsallaştırmaya, tarihsel kazanımlarını kalıcılaştırmaya çalışıyorlar. Colani ile yapılan anlaşmanın hayata nasıl geçeceği belirsizliğini korumakla birlikte Kürt tarafındaki beklenti var olan statükonun büyük oranda korunduğu bir entegrasyon. Colani’nin sahilde yaşanan gelişmeler dolayısıyla uluslararası itibarının zayıfladığı bir dönemde Kürtlerle anlaşarak imajını güçlendirmek istediği açık. Açıkçası son iki ayda yaşanan gelişmeler Şam yönetiminin Kürtlerle anlaşmadan ayakta kalma şansının olamayacağı bir noktaya doğru ilerliyordu. Ancak bir yıl vadede hayata geçmesi planlanan anlaşmanın herhangi bir aşamasında pürüz yaşanma ihtimali her zaman masada olacaktır. Savaş sahasında hayatta kalabilmek için kiminle ittifak yapıldığını seçme şansı çoğu zaman olamıyor.
Anlaşma haberinin basına düşmesinden saatler geçmeden ezbere güvensizlik edebiyatıyla etrafa herkesin biat etmesi gereken keskin doğrularını saçan ukalaların tek derdi demokrasi mücadelesi yürüten halklarımız arasındaki çatlakları daha da derinleştirmek, buradan eser miktarda politik rant devşirmek. Bunlar savaş sahasında yapılan anlaşmaların karşı tarafı demokrasi kahramanı hâline getirdiği gibi temelsiz bir ezbere sahipler. Özel bir tehdit altında olmadıklarından halklarını katliam çemberinin dışına çıkarmak için anlaşmalar yapmak durumunda olan aktörleri keskin bir ergen diliyle eleştirip durmayı politik bilgelik sayıyorlar. Bu çevreleri gerçekte varoluşsal bir çelişkiyle baş başa bırakansa kendi önder gördükleri devrimcilerin stratejik hattını ideolojik olarak hâlâ sahiplenip gerçekte onunla alakası olmayan bir politik hattın içine sıkışmaları, kendilerinin uzaklaştıkları o stratejik hattı politik kazanım seviyesine çıkaranların başarısızlığı için derin bir arzuyla kıvranmaları. Bu tür ergen hezeyanlarıyla kimsenin boşa kaybedecek vakti olmamalı.
Colani-PYD anlaşmasının Türkiye’de yaşanan gelişmelere paralel bir çerçeveye oturduğu açık. Ancak Kürt sorununda ortaya çıkan bu yeni tablonun faşist rejimin kendisini kurumsallaştırma hamleleriyle birlikte yürüdüğüne dair görüşümüzü daha da güçlendiren gelişmeler kesintisizce yaşanıyor. İmamoğlu ekseninde gelişen saldırganlık, CHP’li belediyelerin krimalize edilmesi tam gaz ilerliyor. Bahçeli DEM-CHP temaslarını yakın takipte, neredeyse dakik bir biçimde muhalefet aktörlerini şekillendirme hamlelerini sürdürüyor.
Temel soru şu: Kürt sorununun silahlı mücadele parantezinin dışına taşındığı koşulların faşist rejimin tahkimatını besleyecek bir hattan çıkması nasıl sağlanabilir? Bu soru gerçek ve zor bir sorudur. Çatışmanın sona ermesinin kendiliğinden demokratikleşme doğuracağını ummak akıl dışıdır. DEM Parti’nin sürecin akamete uğramaması ağıyla hareketsiz kılındığı, CHP’nin hiç alışık olmadığı biçimde bir muameleyle itaate zorlandığı koşullarda toplumsal muhalefetin işinin bugüne göre çok daha zorlaşacağı açıktır.
“Saray Rejimi’ni güçlü kılan aslında tam da Türkiye’nin batısında onu sıkıştırıp Kürt hareketinin talepleri karşısında geri adım atmaya zorlayacak toplumsallaşmış bir barış hareketinin yokluğudur. Kürt meselesinin çözümüne yönelik Kürtlerin meşru taleplerini Türkiye’nin batısındaki kamuoyunda anlatabilecek ve sahiplenecek bir barış hareketi inşa edilemediği için barış, AKP’nin faydacı günübirlik hamlelerinin rehinesi olarak kalabiliyor. Bütünlüklü, süreklileşmiş bir barış hareketinin yaratılmasını acil bir görev olarak önümüze bir türlü koyamayışımızın yarattığı boşluk nedeniyle Saray, “havuç ve sopa” siyasetinde tekrar tekrar ve nispeten kolayca başarılı olabiliyor. Bağımsız bir sosyalist barış siyaseti, bugün, Kürt meselesinin ne olduğunu, bu meselenin tarihsel ve güncel olarak bir kimliğin tanınması, siyasal temsiliyet ve katılım, demokratik yönetim boyutları olduğunu anlatmalıdır. Bu çerçevede anadilin kullanımından merkezi ve yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesine kadar çeşitli taleplerin meşruluğunun Türkiye’de tüm ezilenler tarafından kabul görmesini sağlamalıdır. İçeride toplumsal ve siyasal barışın aynı zamanda dış politikada da barış eksenli siyaset izlenmesiyle mümkün olduğunu anlatarak emperyal hevesler peşinde dış politikanın militarizasyonuna karşı durabilmelidir. Bu ve benzeri hatlarda inşa edilecek bir barış siyaseti Türkiye’de sosyalist bir demokrasi mücadelesinin de temel sütunlarından biridir.”
İsmet Akça ve Foti Benlisoy’ın bu açmazı kırmak için önceliği “barış hareketi” inşasına vermesi ilk bakışta çok makul bir öneri olarak anlaşılsa da maddi temellerden maalesef oldukça yoksundur. Yaşanan muazzam yoksullaşma ve pahalılık koşullarında sınıf hareketine güven verecek bir ortak yürütme sağlayamayan, işçi sınıfının İslamcı hegemonyadan koparılması için ortak irade sergileyemeyen bir sosyalist hareketin barış hareketi inşasının maddi zemini yoktur, temenni ötesine geçmesi mümkün değildir. Barışın toplumsallaşması yönünde her girişime destek tabii ki verilmelidir, ancak bugün sosyalistlerin demokrasi mücadelesine bir soluk katabilmesinin yolu sınıfın yaşam koşullarına, sömürüye, düşük ücretlere karşı ayağa kalkması görevine kilitlenmesinden geçiyor. İktidar bloğunun çözülüşü işçi sınıfının zincirlerinden kopmasına bağlı. Bu zorlu görevi birlikte başarmak için güçleri birleştirmek varken zorbalıkla sendika fethi arzularına kapılmak, “hep ben, hep ben” küçük burjuva afur tafurlarına sığınmak bu kritik dönemde hepimizin önünde aşılması güç duvarlar örüyor.
Bu büyük altüst oluş içerisinde ezberlerle yürünecek 1 santim yol kalmadı.