Öcalan’ın mektubunu nasıl okumalı?
Eleştirilerin, ideolojik olarak derinlik taşıması ve içinde bulunulan nesnel koşullar esas alınarak yapılması gerekmektedir. Sürecin gidişatını belirleyecek en önemli faktör, Kürt halkının kolektif yapısını koruyarak hareket etmesi ve müzakere ile mücadele perspektifini diyalektik bir şekilde sürdürmesidir. Ancak onurlu bir barışın sorumluluğu yalnızca Kürt halkına bırakılmamalıdır.

AKP-MHP iktidarının Kürt halkına yönelik yeni politik manevrasını yalnızca bir seçim stratejisi olarak değerlendirmek, haklı bir kaygı olsa da eksik bir yaklaşım olacaktır. Küresel ve bölgesel gelişmeler nedeniyle Ortadoğu, önemli bir dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bu çerçevede, iktidarın ortağı Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik açıklamalarıyla başlayan süreci, yalnızca iç politik dinamiklerle sınırlı görmek yerine dünya ve bölgesel politik gelişmelerin bir sonucu olarak ele almak gerekmektedir. Bu çetrefilli süreçte yaşanan kafa karışıklıkları da bu bağlamda doğal bir sonuçtur.
Bölgedeki bu dönüşümün en önemli tetikleyicilerinden biri, 7 Ekim 2023’te başlayan İsrail-Filistin savaşı olmuştur. Savaş, bölgedeki dengeleri kökten değiştirmiş ve yeni bir çatışma sürecinin kapısını aralamıştır. Hamas’ın üst düzey kadrolarının hedef alınması, İran’ın doğrudan sürece dahil edilmesi yönündeki girişimler, Esad rejiminin yıkılması ve Lübnan Hizbullahı’nın ağır kayıplar vermesi bölgedeki “direniş ekseni”nin ciddi anlamda sarsıldığını göstermektedir. Bu gelişmeler Ortadoğu’daki güç dengelerinin yeniden şekillendiğinin göstergesidir.
Bu yeni güç dengesinde Kürtler, bölgesel dinamiklerin önemli bir aktörü olarak öne çıkmaktadır. Emperyalist güçler, bölgedeki mevcut dengeleri bozarak doğal kaynakların sömürüsünü kalıcı hâle getirmeyi hedeflemektedir. Ancak Kürdistan’ın dört parçasında örgütlü bir şekilde varlığını sürdüren Kürt Özgürlük Hareketi bölgedeki dengeleri etkileme, değiştirme ve dönüştürme kapasitesine sahiptir. Küresel ve bölgesel güçlerin yayılmacı politikalarına karşı Kürtlerin stratejik bir bariyer işlevi gördüğü giderek daha belirgin hâle gelmektedir. Bu bağlamda Kürt meselesi, yalnızca Türkiye’nin iç politikasıyla sınırlı değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel bir mesele olarak ele alınmalıdır.
Türkiye’deki siyasal dengeler açısından bakıldığında 31 Mart yerel seçimlerinde iktidarın birinci parti konumunu kaybetmesi önemli bir kırılma yaratmıştır. Erdoğan’ın bu durumu “dönüm noktası” olarak tanımlaması, iktidarın iç ve dış politikada yeni manevralara yöneleceğinin işareti olmuştur. Bu çerçevede devletin Suriye’deki gelişmeleri kendi lehine bir avantaja çevirmeye çalıştığı görülmektedir. Ancak bu stratejinin uzun vadede sürdürülebilir olup olmadığı hem bölgesel hem de iç politik faktörlere bağlı olarak netleşecektir.
Bu süreçte Kürt halkının kolektif yapısını koruma yönündeki direnci ve oynadığı stratejik rol, Türkiye’yi Kürt meselesine dair yeni bir çözüm arayışına yöneltmektedir. Bununla birlikte, devletin kaygılarından biri de olası bir İran savaşında, Rojhilat’ta (İran Kürdistanı) Suriye deneyiminden çıkarılan derslerin etkili olma ihtimalidir. Bu çerçevede Öcalan’ın pozisyonunu denkleme dahil ederek bir “başarı hikâyesi” yaratma çabası gözlemlense de mevcut koşullar, bunun gerçeği tam olarak yansıtmadığını göstermektedir.
Bu noktada, Suriye savaşıyla ortaya çıkan Rojava gerçeği özel bir önem taşımaktadır. Kürtlerin bölgesel dinamiklerdeki belirleyici rolü açıkça görülmektedir. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi dört parçada kolektif yapısını koruyarak mücadelesini sürdürmektedir. Ancak en büyük handikaplarından biri, çevresinin emperyalist ve kapitalist güçlerle kuşatılmış olmasıdır. Güç alabileceği sosyalist veya ilerici herhangi bir hareketin bulunmaması, Kürt hareketini yalnızca öz gücüne dayalı bir mücadele hattına itmektedir. Emperyalist güçler, Kürtleri stratejik bir müttefik olarak değerlendirme eğiliminde olsa da bu ittifakların tarihsel olarak ne denli kırılgan olduğu bilinmektedir. Rojava deneyimi, Kürtlerin dönemsel ittifaklarla sınırlı kaldığını ve uzun vadeli bir stratejik ortaklık inşa edilmediğini göstermektedir.
Öcalan’ın mektubu bu tarihsel bağlam içinde okunmalıdır. Mektup politik ortama dair kritik mesajlar içermektedir. “Yeni çözüm süreci” olarak adlandırılan bu süreç önceki deneyimlerden farklı ilerlemektedir ve içeriği tam olarak netleşmiş değildir. Sürecin nasıl şekilleneceği büyük ölçüde bölgesel ve iç politik dinamiklerle belirlenecektir.
Mektubun içeriği, özü itibarıyla bir dönüşüm projesine işaret etmektedir ve bu yeni bir olgu değildir. 1990’lardan itibaren Kürt hareketi çeşitli dönemeçlerden geçmiş, Öcalan’ın değerlendirmeleri incelendiğinde bu dönüşüm süreci açıkça görülebilmektedir. 1999 yılı, bu sürecin en kritik aşamalarından biri olmuştur. Gelinen noktada Öcalan’ın “ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır” vurgusu yeni bir stratejik dönüşüm sürecini başlattığını göstermektedir. Bu dönüşüm “devlet ve toplumla bütünleşme” ekseninde şekillenen bir paradigmayı tartışmaya açmaktadır.
Öcalan’ın 27 Şubat’ta kamuoyuna duyurulan mektubunun en dikkat çekici kısmı, şu ifadeyle özetlenebilir: “Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” Bu cümlenin mektupta doğrudan yer almaması üzerine yürütülen tartışmalara odaklanmak yerine, esas olarak bu açıklamanın kamuoyunda nasıl bir gündem oluşturduğuna ve sürecin temel dinamiklerine odaklanmak gerekmektedir.
Bu bağlamda Öcalan’ın mektubu sonrası birçok tartışma yürütülmüştür ve yürütülmeye devam edilmektedir. Bu tartışmalar ideolojik açıdan ele alınmalı ve eleştirel bir perspektifle değerlendirilmelidir. Ancak eleştirilerin hedefi, kapsamı ve sorumlulukları dikkate alınarak yapılmalıdır.
Ulusalcı sol çevreler bu süreci “cumhuriyete saldırı” olarak değerlendirirken bazı liberal kesimlerin “biz zamanında demiştik” şeklindeki yüzeysel yaklaşımları ve sosyal medyada geliştirilen “tasfiyecilik” ile “teslimiyet” söylemleri, konunun özünü kavramaktan uzak ve politik angajmandan kopuk yorumlardır. Oysa eleştirilerin, ideolojik olarak derinlik taşıması ve içinde bulunulan nesnel koşullar esas alınarak yapılması gerekmektedir.
Mehmet Yılmazer’in, Yol Siyasi Dergi’nin Şubat 2000 sayısında yayımlanan “Kürt Hareketinde Stratejik Dönüş ve Gelişmeler Karşısındaki Tavrımız” başlıklı ve Güz 2016 sayısında yayımlanan “Demokratik Özerklik, Kent Savaşları ve İkili İktidar Sorunu” başlıklı yazıları, Öcalan’ın ideolojik dönüşümüne dair eleştirel yaklaşımımızı ve perspektifimizi derinlemesine yansıtmaktadır.
Sürecin gidişatını belirleyecek en önemli faktör, Kürt halkının kolektif yapısını koruyarak hareket etmesi ve müzakere ile mücadele perspektifini diyalektik bir şekilde sürdürmesidir. Ancak onurlu bir barışın sorumluluğu yalnızca Kürt halkına bırakılmamalıdır. Bu noktada, sosyalist hareketlerin ve demokrasi güçlerinin onurlu barışı toplumsallaştırma sorumluluğu her zamankinden daha elzemdir.
Sonuç olarak Kürt halkının kolektif yapısını koruma konusundaki direnci, sosyalist hareketlerin ve demokrasi güçlerinin tutumu, bu sürecin gelecekte nasıl şekilleneceği konusunda belirleyici faktörler olacaktır.