Küçük kıyamet neyin habercisi?
İçinden geçtiğimiz süreç sadece Erdoğan’a daha uzun süre iktidar olma hakkının verilmesini değil daha ziyade iktidar değişimini mümkün kılacak bir iktidar alternatifini oluşamaz hâle getirme amacını güdüyor.

61. Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD Başkan Yardımcısı Vance’ın bütün AB yöneticilerini topa tutan konuşması sonrasında üç yıldır toplantılara yöneticilik yapan Christoph Heusgen’in kapanış sunumunda göz yaşlarını tutamaması Atlantik İttifakı’nın girdiği yeni evreyle ilgili çok şey anlatıyor. Rusya ile kurulan Ukrayna masasında Ukrayna ve AB yetkililerinin yer bulamaması da aynı tablonun bir başka önemli sekansı. Ezberi bozulan AB’nin kendisine nasıl bir rota çizeceği ya da ortak bir rota çizip çizmeyeceği önümüzdeki dönemin önemli başlıkları arasında olacak. Vance’in Almanya’da şansölye ile değil de faşist AfD başkanıyla görüşmesi ve AfD’nin siyasi sistemden dışlanma hassasiyetlerini komünist siyasi komiserlik olarak tanımlayıp “fikir ve ifade özgürlüğü”nün ihlali saymasını da Trump yönetiminin faşist enternasyonali güçlendirme arzusunun işareti olarak okuyabiliriz.
Suriye’de Rojava ve Şam yönetimleri arasında süren pazarlıkların Bahçeli sürecinin ana aksını ilerlettiğini düşünebiliriz. Öcalan’ın mektuplarının hem Kandil’e hem de SDG’ye ulaşması sonrasında Colani’nin Rojava’ya “resmî ziyaret” için davet edilmesi ve SDG’nin merkezî yönetime katılımının pratik boyutlarının tartışıldığının kamuoyuna yansıması bu hatta işlerin bir biçimde ilerlemekle birlikte belirsizliklerin hâlâ kesinleşmiş olgulardan daha fazla sayıda olduğunun da göstergesi. İsrail’in İran’a saldırı hazırlıkları yaptığı haberlerinin ABD basınına düşmesi, Lübnan’da ateşkesin bozulmasını zorlayacak biçimde kimi noktalarda kalıcı olmak iradesini ortaya koyması, Hamas ile ateşkesin ikinci aşamaya geçemeyeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılması bölgede yeni bir çatışma döneminin ön günlerinde olduğumuza işaret ediyor. Rusya-ABD, Türkiye-PKK müzakerelerinin bu yeni çatışmalı dönemin hangi güçler dizilişinde gerçekleşeceğini belirlemeye dönük olduğu da düşünülebilir.
Olağan kapitalist devlet açısından hukuk hem egemen iktidar bloku içindeki fraksiyonlar arasındaki ilişkileri hem de egemen sınıf ile sömürülen sınıflar arasındaki ilişkiyi düzenler ve bu ilişkilere öngörülebilirlik katar. Hukukun sınırlarına riayet zorunluluğu iktidar bloku içindeki güç dengelerini yansıttığı gibi toplumsal mücadelelerin devletin kurumsal yapısında kazıdığı güç dengelerini de yansıtır. Olağanüstü devlet biçimleri bu tür bir hukukun işlevini kaybetmesiyle de ayırt edilebilir. “Yönetimde keyfîlik egemendir, olağanüstü devleti niteleyen şey, yalnızca kuralların çiğnenmesi değil fakat kendi işleyiş ‘kurallarının’ konmasıdır.” (Poulantzas, 2019:374). Söz konusu olan kuralsızlığın kural hâline dönüşmesidir, bu tutum iktidarın göreli özerkliğini hem yansıtır hem de büyütür. “Norm devleti” ve “önlem devleti” ikiliğinde düşünülürse hukukun göreli olarak öngörülebilirlik sağladığı alan ile hukukun rahatlıkla askıya alınabildiği ve kolayca uygulanmadığı bir alanın arasındaki belirgin ikilik göze çarpar. Devletin toplumsal güç dengelerinin yoğunlaşması hâlinden çıkması durumunda olağanüstü devlet kendisini yeniden üretebilmek için bu keyfîliğe öncelikle ihtiyaç duyar. “Bizzat iktidar bloğundaki sınıf ve fraksiyonlar açısından ileriyi öngörme olanağının belirleyici şekilde sınırlanması, olağanüstü devletin hegemonyayı yeniden düzenleme amacıyla kazanması gereken göreli özerkliğin önemli bir stratejik etmenini oluşturmaktadır.” (Poulantzas, 2019:375). Olağanüstü devlette iktidar kendisini hukukla sınırlamaktan kurtulur, bu iktidar bloku içindeki farklı fraksiyonlarla ya da ezilen sınıflarla farklı anlarda güç dengeleri dolayısıyla sınırlanmanın ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez ancak bu sınırlamalar doğrudan güç mücadelelerinin anlık sonuçları ortaya çıkabilir ve hukuka kaydedilmez. Hukukun düzenleyici ve sınırlayıcı rolünün aşınması yargının, iktidarı temsil eden aygıta doğrudan tabi hâle gelmesi sonucunu da doğurur.
Bu genel doğruların sınandığı giderek darbe günlerini anımsatan bir momentin içerisindeyiz. Faşizmin kurumsallaşmasının son evresinin iktidar dönüşümünü mümkün kılacak bir seçim kurumunun ilgasıyla tamamlanabileceğini biliyoruz. İçinden geçtiğimiz süreç sadece Erdoğan’a daha uzun süre iktidar olma hakkının verilmesini değil daha ziyade iktidar değişimini mümkün kılacak bir iktidar alternatifini oluşamaz hâle getirme amacını güdüyor. Bahçeli süreciyle DemParti-CHP tandemini tartışmalı hâle getirme ve bu süreçte de CHP’nin kendisini bir iktidar seçeneği olarak ortaya koyabilme yeteneğini felç edecek bir siyasi operasyonu eş zamanlı olarak yürütme. Dolayısıyla faşizmin kurumsallaşmasının de jure yani seçimleri ortadan kaldırma yoluyla değil de facto gerçek bir iktidar alternatifini embriyo hâlindeyken yok etme yoluyla gerçekleşmesi umulmaktadır. Kayyım atamaları ve sürekli siyasi operasyonlar süren müzakerenin toplumsal dinamiklere alan açmasını engellemek, farklı toplumsal kesimlerin ortak hareketini korumaya çalışan güçleri zayıflatmak, şoke edici saldırılarla muhalefet aklını esir almayı hedefliyor.
Erdoğan’ın TÜSİAD’ın İmamoğlu’na destek olarak okunabilecek TÜSİAD çıkışını ele alma biçimi de bu hedefle uyumlu gözüküyor. “Ekonomiyi rant ekonomisi olmaktan çıkarıp, üretim ve ihracat ekonomisine dönüştürdük. Anadolu’nun bağrından yeni aktörlerin çıkmasını sağladık. Milletin kaynaklarını, bir avuç burjuvazinin zenginleşmesi için değil, tüm kesimlerin kalkınması ve refahı için kullandık”. Bir avuç burjuvaziyi değil bir başka avuç burjuvaziyi büyütme çabasının bu itirafı dikkat çekicidir. Halkın yoksullukta zirve yaptığı, enflasyonun küresel ölçekte rekor kırdığı bir dönemde Bayraktar ailesinden iki kişinin birden Türkiye’nin en zengin 20’si listesine girmeyi başarmış olması da “tüm kesimlerin kalkınması”ndan ne kastedildiğini yalınca ifade ediyor. Faşizm iktidar bloku içerisindeki güç dengelerini, büyüttüğü göreli özerkliğini kullanarak değiştirme kararlılığından besleniyor.
Artan saldırganlık en geniş kesimlerin bir araya gelebileceği ve güçlü mücadeleler örgütleyebileceği koşulları yaratıyor. Toplumsal dinamiklerin barışı ve özgürlükleri savundukları kadar güçlü bir biçimde asgari ücrette acil bir güncellenmeyi kamusal tartışmanın merkezine taşıması, bu gerçekleşmediği koşullarda mart ayının son haftasında Genel Grev Genel Direniş örgütleme perspektifiyle kolları sıvaması yükselen faşist dalgaya karşı güç yığınağı üretebilmek için hayati önemdedir. İşçi sınıfının İslamcı hegemonyadan kurtuluşunu güçlü bir biçimde ortaya koyacak bir yükseliş, faşist kabarışı kırar. Bu yükselişin örgütlenmesi için ideolojik farklılıklara takılmayan, sınıfın farklı ideolojilerden de olsa ekmek mücadelesinde birleşmesini önemseyen bir hattın inşası acildir, elzemdir, başarılması gereken en öncelikli görevdir.