Kartlar yeniden karılırken
M. Sinan Mert yazdı: Türkiye’de iktidar eliyle geliştirilen son sürecin esas kaygısı muhalefet bloğunu etkisizleştirmek ve parçalamaktır. Devletin Kürt Sorunu’nu çözmek ya da Ortadoğu’da Kürtlerle ittifak geliştirmek gibi bir önceliği yoktur.
Küresel ölçekte emperyalist devletler ve yeni yükselen başta Çin ve Rusya arasındaki güçler arasındaki rekabetin savaş seviyesinde şiddetlendiği bir dönemden geçiyoruz. Trump’ın seçilmesiyle küreselleşmenin tabutuna son çivinin çakılması olasılığı arttı. Dünya ticaret bölgeleri hâlinde bölünebilir, ticaret savaşları vergiler ve yükselen gümrük duvarlarıyla ağırlığını önümüzdeki dönemde daha da fazla hissettirecek.
Sandık zaferiyle iktidar cenahını sevince boğan Trump’ın kabinesi için ismi netleşen adaylar hızlı heveslerin kursakta kalma ihtimalini yükseltmiş görünüyor. Özellikle Dışişleri Bakanlığı için adı geçen Marco Rubio, Erdoğan’ın beklentilerini engelleyecek bir isim olarak öne çıkıyor. Böylesi bir tablonun netleşmesi iktidarı 20 Ocak öncesinde Suriye sahasında bir emrivakiye girişmeye iter mi? Suriye konusunda Rusya’nın uyarıları da akla getirilirse böylesi bir seçeneğin gerçekleşme ihtimali yüksek görünmüyor. Trump’ın savaş, istihbarat ve diplomasi bürokrasisinin başına atadığı isimlerin İsrail ve Ortadoğu konusunda Biden dönemini bile mumla aratacağı da görülüyor. Bu tablo Erdoğan’ın hayal ettiği Beyaz Saray buluşmasının Ankara’yı memnun edecek bir biçimde gerçekleşmesini zorlaştırıyor. İslamcılar, seçimleri bir faşistin kazanması karşısında attıkları sevinç naralarının utancıyla kalabilirler.
21. yüzyılın hasta adamı AB’nin motor gücü Almanya’nın ocak ayında erken seçim kararı alması da Trump’ın zaferini takiben AB’de de faşist iktidarların sayısının artacağı bir dönemin açılışın temsiline dönüşebilir. Fransa’da hükümet olmasına karşı yapılan “liberal” Macron darbesini sineye çekmeye çalışan Halk Cephesi içinde ayrışmalar ve gerilimler yaşanıyor olması bu olasılığı büyütüyor.
İsrail’in katliamcı savaş politikalarını lanetliyoruz. Filistin ve Lübnan’da İslamcı ve İran yanlısı direniş hareketlerinin varlığı bu direnişçi güçlerin meşruiyetini ortadan kaldırmaz. Bu önderliklerin ideolojik açmazlarına rağmen bizler Filistin ve Lübnan halklarının İsrail saldırganlığına direnişini selamlıyoruz. Bölge halklarının barış içinde bir arada yaşamasının önündeki en büyük engellerin başında emperyalizm gelmektedir. Bölge halklarının kendi kaderlerini tayin edebildiği, başta ezilen Kürt ve Filisin halklarının kendi geleceklerini tayin etme hakkının tanındığı bir özgür birlikteliğin tarafındayız, bölge halklarının siyasi ve iktisadi ortak yaşam pratiklerini destekliyoruz. Bu açıdan emperyalizmin olası bir İran saldırısına karşı da anti-emperyalist bir tutumun geliştirilmesi önemlidir. Suriye’de İsrail’in saldırganlığının derinleşmesi karşısında kaygılıyız. Bölge halklarının eşitlik ve kardeşliğini geliştirecek siyasi pratiklerin tarafındayız.
Türkiye’de iktidar eliyle geliştirilen son sürecin esas kaygısı muhalefet bloğunu etkisizleştirmek ve parçalamaktır. Devletin Kürt Sorunu’nu çözmek ya da Ortadoğu’da Kürtlerle ittifak geliştirmek gibi bir önceliği yoktur. İktidarın esas kaygısı iç siyasi dengeleri kendi lehine dönüştürmektir. Özellikle muhalefetin iki odağı olan Dem Parti ve CHP’nin iç karışıklığa sürüklenmesi temel hedeftir. El sıkma seremonisi ile başlayan ve Bahçeli’nin salı konuşmaları ile gelişen sürecin dış siyasetin devleti mecbur bıraktığı bir açılımın izleri olduğu fikrine katılmıyoruz.
Ancak bu dönemin Kürt Sorunu’nu ve barışçı çözümü konuşmak için yarattığı olanakların da farkındayız ve bunların değerlendirilmesi için de öncelikle tutum alınması gerektiği açıktır. Kürt Sorunu, demokratik Cumhuriyetin önündeki en büyük engeldir. Kürt Sorunu’nun çözümü açısından iğne başı kadar bir olanak ortaya çıkacaksa bunun değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Barışçı bir iklimin ortaya çıkması hiç kuşku yok ki devrimci demokrasi güçlerinin çok büyük bir hızla büyümesini ve güçlenmesini de olanak hâline getirecektir.
Fakat sürecin devletin manipülatif müdahalelerinin ve tasfiyeci dayatmalarının dışına taşınabilmesi açısından diğer demokratik mücadele başlıklarıyla birlikte ele alınması esastır.
Orta Vadeli Program’ın sefaleti daha da derinleştirdiği şu günlerde halkımızın barış talebini güçlü sahiplenmesi ekmek talebiyle barış talebinin birlikte ele alınabilmesinden geçmektedir. Halkın ekmek mücadelesi ile barış mücadelesini bütünleştirmek politik olanaklarımızı büyütecek, süreç içerisinde izleyici konumdan çıkıp aktif pozisyon kazanmanın yegâne yoludur. Bu yüzden barış güçleri asgari ücret belirlenme momentinde bu mücadelenin çok aktif parçası olmayı becermelidir. Bunun kurulması ve çözülmesi kolay bir denklem olmadığı açıktır. Ancak sürecin içerdiği olanaklara sırt çevirmek ve her aktörün kendi ezberinden yola çıkarak tutum belirlediği bir durumda devlet sürecin inisiyatifini kaybetmez, inişli çıkışlı bir gidişat ile kitlelerimizi daha da pasifize edebilir.
Bu açıdan aralık ayını güçlü bir biçimde Pahalılığa ve İşsizliğe Karşı Direniş ayına çevirmek barış açısından da hayati bir kaldıraç görevi görecektir. Yoksul halkın basıncını yoğun bir biçimde hisseden iktidar Kürt Sorunu konusunda daha müzakereye açık bir noktaya çekilebilir. Demokrasi güçleri sınıf dinamiklerini harekete geçirdikçe demokratik Cumhuriyet ufukta belirecektir. Bugün tüm dünyada olduğu gibi emekçi sınıflar içinde nüfuz etme yeteneği yetersiz anti faşist güçler faşizmi yenebilme şansına sahip değildir. İşçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını kaybetmeyen bir iktidarın devletin 100 yıllık kadim meselesi Kürt Sorunu’nda demokratik bir yöne esnemesini beklemek de gerçekçi değildir. Bu tespitler yukarıda da belirttiğimiz gibi barış mücadelesinin başlı başına ne kadar önemli olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ancak barış mücadelesi kendisini en geniş kesimler nezdinde karşı-hegemonya kurabileceği bir noktaya taşımayı hedeflemelidir.
Isıtılıp ısıtılıp masaya sürülen erken seçim ve iktidar içi çatlak tartışmalarına sırtımızı dönmemizde büyük faydalar vardır. Ülkeyi bir cehenneme çeviren iktidardan öncelikle kurtulmak için erken seçimi mutlaka istiyoruz ancak burada esas olan halk güçlerinin izleyici konumdan sokakları ısıtan bir mücadele hattıyla gerçek bir dönüşüm arzusunu ortaya koymasıdır. 2025 özellikle emekçilerin yaşamsal sorunlarının her açıdan daha da belirginleşeceği bir dönem olacaktır ancak bu sorunları politik bir bedene kavuşturmak noktasında yaşadığımız zorluklar da ortadadır. Köklü dönüşümler ancak bu noktada yaşadığımız sıkıntıları aşabildiğimiz oranda mümkün olacaktır.
Toplum her açıdan büyük bir kuşatmayla karşı karşıya. Çeteleşme, mafyalaşma, eğitim ve sağlık sistemlerinde çökme, emekli maaşlarının açlık sınırının altına inmesi, çocuk cinayetleri, bebeklerin ölümünden rant devşirme peşindeki kolay zengin olma gözü dönmüşlüğü ülkeyi tımarhaneye çevirdi. Bu rezilliğin aşılması konusunda tek umut devrimci demokrasi güçlerinin halkın öfkesini ve acılarını, örgütlülük ve umuda çevirebilme yeteneğini geliştirmesine bağlıdır.
Bunu başarabilmemiz de kendi ezberimizi bozan, alışkanlıklarımızı yıkan bir uyanışa…