Faşizme nasıl kaybettirilir?
M. Sinan Mert yazdı: Her şeyden önemlisi mayıs seçimleri sonrasında yaşanan dağılma ve savrulmaların, ölçüsüz ve aşırı iyimser beklentilerin, gereğinden fazla kırıcı iç rekabetlerin aşılması ve halka güven veren bir faşizme karşı direniş hattının inşasıdır.
Moskova’da Crocus City Hall’da yaşanan saldırı, emperyalizmle yükselen güçler arasındaki çatışmanın çıtasını daha da yükseltti. Fransa’nın Ukrayna Savaşı’na katılma isteği karşısında Putin’in nükleer kartını ortaya koyması yaşanan gerilimin boyutlarını sergilemesi açısından çarpıcı. Gazze ekseninde İran ile İsrail-Batı blokunun giriştiği bilek güreşinin, Batı cephesinde oluşan çatlaklar dolayısıyla şimdilik daha ileri bir aşamaya sıçramadan kontrol altına alınabilmiş olması bölgede dengeli bir statüko oluşmasının artık neredeyse imkânsız hale geldiği gerçeğini gizleyemiyor. Önümüzdeki 10 yıl içinde küresel güçler arasında yaşanacak bir sıcak çatışma olasılığı her geçen gün daha da yükseliyor.
Türkiye’de finans kapital ve burjuvazinin siyasi iktidar tarafından tercihli bir biçimde palazlandırılan kanatları bu küresel savaş konjonktürüne Saray faşizmi önderliğinde hazırlanma konusunda uzlaşmış görünüyorlar. Silah sanayinin güçlendirilmesine yönelik yine devlet destekli yatırımlar bu hazırlığın ve toplumun da savaş konjonktürüne hazırlanmasının önemli bir parçası. İran’ın bölgedeki etkisinin geriletilmesine yönelik emperyalist iradenin Saray’a Irak sahasında da bir manevra alanı açabileceği görülüyor. İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasının ve Irak hükümetiyle PKK’ye yönelik ortak operasyon odası oluşturulmasının aynı bulmacanın parçaları olduğu düşünülebilir. Saray faşizminin genel seçimler öncesinde Rusya ile arasında su sızmamasının yerine yerel seçimler öncesinde Washington ile yoğun temas trafiği ve Irak diplomasisinde alınan mesafe öne çıkıyor. Bu gelişmelerin seçimler sonrasında Irak’a yönelik bir kapsamlı bir askeri harekat doğuracağı, iç politik atmosferin bu savaş ekseninde şekillendirilmek isteneceği, akıl almaz pahalılığın halkın hayatında yarattığı yıkımın doğuracağı tepkilerin de bu manivelayla şekillendirilmeye çalışılacağı açık.
Türkiye, böylesi bir cehennemî küresel ve bölgesel konjonktürde son on yılların en içeriksiz, en çapsız, en ruhsuz seçim atmosferlerinden birinin eşliğinde pazar günü yerel seçimlere gidiyor. Ülkenin kemikleşmiş ve kontrolden çıkmış sorunlarının köklü çözümleriyle ilgili güçlü çözüm önerilerine dair ortada bir tartışma yok. Rant ve iktidar kaygısı yüzlerine çökmüş, gülme ve içtenlik özürlü kasaba politikacılarının devasa foto-pankartlarının sokakları kapladığı, hepsi aynı kalıptan çıkmış görüntüsü veren bir adaylar okyanusu halkta hiçbir heyecan yaratmıyor. Saray ittifakı halkı yaklaşmakta olan felaketle tehdit ederek “ancak ben elinden tutarsam ayakta kalabilirsin” mesajını güçlü bir biçimde pazarlamak dışında hiçbir öneriye sahip değil. Şimşek’in başlatmak için yırtındığı yabancı sermaye akışından henüz eser yok, kasanın tamtakır olduğunu herkes biliyor, halk ise açlık oyunlarından günü kurtararak çıkabilmek dışında bir gündeme sahip değil. İktidar ise yarattığı felaketin altında kalmamamız için yerel iktidarı da alması gerektiğine milyonları ikna etmeye çalışıyor ancak muhalefetteki çözülmeye rağmen bunu başarabilecek bir inisiyatif geliştiremiyor. Mayıs seçimlerinde iktidara korkulu rüyalar gördüren 20 büyükşehirde, Saray rejimi dağıttığı bütün ulufelere rağmen rahat değil.
Halkın mayıs yenilgisinin en büyük kazananı İmamoğlu ise finans kapitalin üç harflilerinden de aldığı destekle son beş yılının ganimetlerine yenilerini eklemenin peşinde. İmamoğlu’nun olası bir kazanımıyla önümüzdeki yılların egemen sınıflar için tek seçenekli mi yoksa çift seçenekli mi geçirileceğine dair bir seçim gerçekleştiriliyor. Bu seçimin en belirgin sonucu, egemen sınıfların politik temsilcileri arasındaki güç dengelerinin önümüzdeki dönemde nasıl şekilleneceğini belirlemesi olacaktır. Önceki yerel seçimlerde burjuva muhalefetin elde ettiği kazanımlar moral üstünlük elde edilmesine ve dönüşüm umudunun güçlenmesine yol açmıştı ancak bu atmosfer yine burjuva muhalefetin kendi açmazları dolayısıyla heder edildi. Halkın örgütlü bir güç olarak sahne almasının engellenmesi, ekonomik sıkıntıların yarattığı politik hesaplaşmanın sandığa sıkıştırılmak istenmesi, HDP’nin olası kazanımlarına karşı ortaya çıkan milliyetçi geri tepmenin yönetilememesi ve Saray’ın kirli manipülasyonları önemli bir dönüşüm ve hesaplaşma olanağını ortadan kaldırdı.
Seçimler sonrasında halkın yaşam koşullarının daha da ağırlaşacağı iktidar tarafından da utangaçça da olsa ifade ediliyor. Seçimlerde izlerini göreceğimiz gibi bu koşullar halk içerisinde özellikle AKP’ye karşı bir mesafelenme yaratıyor. Ancak bu mesafelenmenin oluşturduğu boşluğun yine siyasal İslamcılar ve Atsızcı Türkçüler tarafından doldurulması olasılığı gözardı edilmemeli. Sosyalistler açısından hayat memat meselesi olan konu bu seçimlerde kimin neyi kazanacağından ziyade kolay ve yakın bir “faşizmden kurtuluş” ümidini kaybetmiş kitlelerdeki yenilgi psikolojisini aşacak bir taktik hamlenin nasıl gerçekleştirileceği olmalıdır. Ortaya konması gereken çizgi, yoksul halkın mücadeleye ve örgütlenmeye kazanılmasına dair yol açıcı ve inandırıcı olmalıdır. Sosyalistler birbirlerinin ayaklarına bastıkları, gereksiz küçük iktidar paylaşım mücadeleleri içinde birbirlerini güçsüzleştiren bir pozisyondan çıkmalı, 12 Eylül’den çıkış günlerinde olduğu gibi sınıf ve gençlik çalışmalarını çok daha güçlü bir biçimde birlikte organize edecek koşulları yaratmalıdır. Aksi takdirde sosyalistlerin krizini düzenin krizinin şiddetini dahi aratacak koşullarda yaşanabileceğini düşünebiliriz.
Önümüzdeki dönemin burjuva blokların birbirini görece dengelediği koşullarda yaşanması halk örgütlenmeleri açısından çeşitli olanaklar yaratabilir ancak bu olanakların varlığı başlı başına bir kurtuluş kapısı açmamaktadır. Mayıs seçimleri öncesinde tüm inisiyatifin burjuva önderliğe kaptırılmasının ağır sonuçları oldu. Faşizme kaybettirmek hâlâ önemini korumaktadır, ancak faşizme burjuva muhalefetin bir kliğine kazandırararak kaybettirmenin sınırları da çok güçlü bir biçimde idrak edilmiş olmalıdır.
Bugün halk güçleri açısından her şeyden önemlisi mayıs seçimleri sonrasında yaşanan dağılma ve savrulmaların, ölçüsüz ve aşırı iyimser beklentilerin, gereğinden fazla kırıcı iç rekabetlerin aşılması ve halka güven veren bir faşizme karşı direniş hattının inşasıdır. Sadece ülkemizin değil küresel ölçekte yıkıcı savaş eğilimlerinin şiddetlendiği bir dönemde bu kaostan işçi sınıfımızın ve tüm ezilenlerin kurtuluşunu örecek bir devrimci önderliğin inşasına ihtiyacımız var. Devrimci birikimimiz bize bu zorlu görevin altından kalkmamamızı sağlayacak imkânları hâlâ sunuyor. Ancak son yılların yıkıcı alışkanlıklarıyla köklü bir biçimde hesaplaşmadan, halk örgütlenmesinin çileli yollarına büyük bir enerjiyle geri dönmeden ve devrimci-sosyalist güçler arasında boy veren tali çelişkilerde boğulmaktan kurtulmadan başarılamayacak kadar ağır bir görev bu.
Faşizme gerçekten kaybettirmek için bu zorlu görevi başarmak zorundayız.