Dine ve Politikaya Dair Yazılar’ın önsözü: ‘Çeviriye önsöz ya da bir serzeniş’

Kıvılcımlı’nın, salt Türkiye’nin sol mazisi açısından değil, düşünce tarihimiz açısından da dev simalardan biri olarak görülmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı uzunca bir zamandır akademi dünyasının da gündemine girmiş durumda. Eserleri üzerine yazılmış tez ya da araştırma sayısı herhalde 10’u aştı. 

Kıvılcımlı’nın bilimsel çalışmalarının, akademi dünyasının ilgisini çekmesi elbette şaşırtıcı değil. Kıvılcımlı daha çok bir devrimci önder olarak bilinir ki bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü onun belirleyici yanı sosyalist bir önder olmasıdır. Ancak Kıvılcımlı Türkiye’de başka hiçbir sosyalist önderde görülemeyecek tarzda ve derinlikte ve ‘sosyalizmin ilgi alanına pek girmeyen’ başka birçok konuda da derinlikli araştırmalar yapmıştır.

En son Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkan Dine ve Politikaya Dair Yazılar kitabı onun araştırmalarını bir kez daha öne çıkardı. Kitap ağırlıklı olarak, Kıvılcımlı’nın daha önce yayınlanmamış ve hatta eski yazı olduğundan içeriği dahi bilinmeyen kimi yazılarından oluşuyor. Allah Önce Kadındı, Müthiş Bir Kadın Ana-Han Tomris, Kentin Kuruluşu, İnsanın İlahlaştırılma Proseleri bu yazılardan bazıları. Yazıları yeni Türkçe’ye aktaran ve yayına hazırlayan; Pamukkale Üniversitesi’nden iki değerli akademisyen Ömür Yazıcı Özdemir ve daha önce Kıvılcımlı üzerine çalışmalar da yapmış olan Güney Çeğin. Ancak onlar sadece yazıları transkripte etmekle yetinmeyip, Kıvılcımlı’yı ve Türkiye solunun Kıvılcımlıyla ilişkilen(eme)mesini ele alan bir sunuş da yazdılar kitaba.

Çeviriye Önsöz ya da Bir Serzeniş başlıklı bu sunuşu sayfamızda da paylaşmayı uygun gördük.

***

Not: Şu an bir duyuru daha ulaştı. İktisat ve Toplum Kongresi’nin 6-7 Aralık’ta (TOBB ETU – Ankara) düzenleyeceği Politik İktisat ve İktisadi Düşünce konulu etkinlikte, Fenerbahçe Üniversitesi’nden Çiğdem Boz’un Göçebe Barbarın Peşinde İki Tarih Tezi: Kıvılcımlı ve Karatani başlıklı bir sunumu var. (7 Aralık, 11:15-13:00, 1. Kat Toplantı Salonu) Hem duyurmuş olalım hem Çiğdem Boz’a başarı dileyelim. Ayrıca, TÜSTAV’ın 9-10 Aralık’ta Ankara’da düzenlediği ‘Cumhuriyet kurulurken emek, sermaye ve sol’ başlıklı sempozyumda Tanıl Bora, “Kâmilen Amele”: Hikmet Kıvılcımlı’da Sınıf Kavramı başlıklı bir konuşma yapacak.

***             

Çeviriye önsöz ya da bir serzeniş

Sadece Marksist kuramın inhisarında teşekkül eden yılmaz bir düşünsel çabadan ötürü değil, aynı zamanda Türkiye’nin özgül tarihsel şartlarının ardyöresine yaptığı sayısız dalışlarla, eşi benzeri olmayan bir külliyat tesis eden Hikmet Kıvılcımlı’nın bugün halen kıyıda köşede kalmış, ıskalanmış ya da görmezden gelinmiş sayfalarca metni bulunmakta. Ki bu metinlerin içeriksel dağılımına göz attığınızda sizi ilk hayrete düşürecek şey, Doktor’un (ekseriyetle cezaevi koşullarının baskıcı koşullarında) şu an bile akla hayale gelmeyecek meseleleri mesele ettiğine şahit olmak olacaktır. Elinizdeki (çatısı editörlerce kurulan ve pek çoğu ilk kez Türkçeleştirilen) derleme metin, bunun bir numunesi niteliğinde.

Kimileyin -bugünün akademik jargonu ile söylersek- ‘semavi dinlerin soykütüğü için taslak’ mahiyetindeki spekülatif savlarıyla, bazen de kutsal geleneklerin Cennet kavramına ilişkin kemikleştirdiği anlamları yapısökümüne uğratmasıyla Kıvılcımlı’nın, salt Türkiye’nin sol mazisi açısından değil, düşünce tarihimiz açısından da dev simalardan biri olarak görülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Gelgelelim hem fikri üretiminin cesameti hem de davasına adanmışlığı göz önüne alındığında, Gramsci’yle oldukça rahat aşık atabilecek devrimci bir şahsiyetin ne akademik üretim sahasında ne de sol-içi tartışmalarda müspet bir konuma erişememiş olması başlı başına bir araştırma konusu.

On binlerce sayfalık yaratımıyla kendi tarihine tanıklık eden birinin külliyatı niçin bilimsel/akademik bir inceleme nesnesine tahvil edilmemiş ve belirli politik tözcülüklerin inhisarında süreğen bir itibarsızlaştırılmaya uğratılmıştır? Her fikri yörüngenin sonraki nesillere intikali için elzem olan “yeniden üretim” meselesi bağlamında acaba Kıvılcımlı’ya örtük bir “yeniden üretim yasağı”nın4 bizzat çağdaşlarınca konulduğu iddia edilebilir mi?

Bu, Doktor’a vakıf olanlarca oldukça aşina olunan “sorulara” verilebilecek en basit yanıt, “susuş komplosu” belki de. Ancak bu tarz bir izahatı fazlasıyla kolaya kaçmak olarak görüyoruz. Doktor hayatı boyunca Marx’tan mülhem bu sitemkâr tespitiyle, etrafına örülen duvarlardan şikâyet etmiştir; bu duvarların yıkılamayacağını bile bile. Kendi sözleriyle ‘Mujiğin çakmaklı tüfekle muharebeye gitmesi’ biçimli ‘kafasız işgüzarlık’lara kapılacaklar etrafından hiçbir zaman eksik olmadığından çevresini kuşatan sessizliğe de kimileyin komploculukla karşılık vermiştir.

Türkiye solunun hâkim ideolojik yeniden-üretim mekanizmaları açısından bir tür ‘Araf-sakini’ konumuyla Kıvılcımlı’nın pek çok yapıtı ne yazık ki ya politik taraftarları/takipçileri için bir anlam ifade etmiş ya da çağdaşlarınca belirli nedenlerden ötürü kaale alınmamıştır. Bu durumun alan-içi bir özgül sansür mekanizması gibi işlediği uğraklardaysa Doktor bir ihlal estetizmine başvurmuş; ekseriyetle hususi bir jargon veya ayrıksı konu tercihleriyle alanın marjlarına itilmiştir.

Yol dizisinde Ermeni meselesini gündeme getirirken de, Osmanlı tarihi maddesini yazarken de, “Yeter Be!” yazısında devrimci gençliğin naifliğine müdahale edip, günlüklerinde Nazım’ı topa tutarken de Hikmet Kıvılcımlı kendisini çevreleyen alanın hudutlarını hep zorlamayı seçmiştir. Angaje olduğu camiada entelektüel otonomi talebinden, pratik siyasi faaliyetlerinde de pragmatik stratejiler üretmekten gocunmamıştır.

Ne var ki, sahiciliği hem hasımlarında hem de hısımlarında tuhaf bir hınca neden olur. Bu bağlamda yaşarken ve ölümünden sonra açık biçimde saptayabileceğimiz ona dönük aşikâr kayıtsızlığı kavramak istiyorsak, Dr. Hikmet’in alanda teşkil ettiği tekinsiz konumu masaya yatırmalıyız. Lakin Türkiye solunda hayatı süresince devletin sopasını yirmi dört saat ensesinde hissedip de Bergson’dan İbn Haldun’a, Osmanlı toprak sisteminden Sümer medeniyetine çok geniş spektrumda kalem oynatan kaç kişi tanıyoruz? Hülasası Kıvılcımlı’yı bilimsel bir nesneleştirmenin nesnesi kılmak için evvela Türkiye solunun üretim alanının işleyiş mekanizmalarıyla hesaplaşmak gerekirdi, lakin bugüne değin yapılamadı.

Bunlara ilaveten Türkiye’deki -heteronomik yapısı artık iyice kemikleşmiş- akademinin ahvali de Kıvılcımlı’ya hak ettiği yeri sunmamıştır. Son on senede Kıvılcımlı’ya dair tezlerin artışındaki görünür durum her ne kadar bu sessizliği bozmada ümit verici olsa da, akademik dünyamızın politik tözcülüklere gömülü piyasası ve sadık alıcıları açısından Kıvılcımlı ya kara lekelerle (ilk akla gelen isnat “orducu”) dolu biri ya da çoktan miadını doldurmuş bir gayya kuyusu olarak telakki edilmektedir.

Kıvılcımlı’yı (ve belki de daha pek çoklarını) bilimsel nesne kılmama konusundaki “aşikar patoloji”yi ifşa için kolları bir an evvel sıvamalıyız. Çünkü hakkaniyetli bir akademik temayül ve ilmi hafıza, asla sokağınki gibi kırık ideolojik fayların farklı yakalarında durmaz. Bu sebeple de Kıvılcımlı gibi gerek eserleri gerekse yaşamıyla Türkiye tarihiyle organik bağı olan bir şahsiyetin, sadece sol içerisinde okunması da yeterli değildir. Kıvılcımlı, bizzat tarihin içerisinde okunup öyle değerlendirmelidir. Eserleri her ne kadar solun ayrışık fraksiyonlarının herhangi birinin içerisinde bir çeşit “hiçleştirilme”ye terk edilmişse de kendisi hem “dini siyasete alet etmekten” hem de komünistlikten suçlanan yegâne örnektir. Zira Kıvılcımlı’nın solculuğu bir sağcılık tezatı değil, adeta bir sağcılık eleştirisi gibidir. Bu yüzdendir ki Kıvılcımlı hem yaşamıyla hem de yazılarıyla sağlı sollu okunabilecek bir tarihsel karakterdir. Onun bu ayrıksı yapısı, daha fazla incelenmeyi ve tartışılmayı hak ediyor ki elinizdeki bu çalışma da Kıvılcımlı üzerine olması gereken tartışma mecralarının çoğalmasına bir kapı aralayacak diye umuyoruz.

Elinizdeki kitap, Hikmet Kıvılcımlı tarafından kaleme alınmış 12 metnin derlenmesiyle hazırlandı. Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971), hem Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yarısında yaşamış, dolayısıyla Dil Devrimi’ni (1932) görmüş biri olarak, yazılarını Osmanlı alfabesi-Latin alfabesi karışık olarak kaleme almıştır. Latin alfabesiyle kaleme aldığı metinlerin önemli bir kısmı muhtelif zamanlarda derlenerek farklı yayınevleri tarafından yayınlanmıştır. Osmanlı alfabesiyle kaleme alınmış metinlerin bir kısmı Latin harflerine transkript edilerek yayınlanmakla birlikte5, önemli bir kısmı günümüz Türkçesi’ne aktarılmayı beklemekteydi.

Sözü edilen metinler, kimi zaman hapishane mevkuf kayıt defterlerine, kimi zaman Hikmet Kıvılcımlı’nın 1954-1957 yılları arasında genel başkanı olduğu Vatan partisi broşürlerine yazılmıştır. Bu metinler Kıvılcımlı’nın hapishane koşullarında dahi düşünmeyi ve üretmeyi bırakmamış bir fikir adamı olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki, yazacak defter ve kâğıt dahi bulamadığı koşullarda, bir şekilde edindiği mevkuf kayıt defterlerinin yapraklarını kendisine yoldaş edinmiş; içinde bulunduğu siyasi ve sosyal koşullardan soyutladığı zihniyle medeniyetin doğuşuna, kentin kuruluşuna, Tanrı-hükümdar anlayışının temellerine, ana-hanlıktan baba-hanlığa geçiş sürecine dair yazılar kaleme almıştır. Bu metinlerin çoğunlukla sayfa numarasız, bulanık, mürekkebi akmış, silinmiş, karalanmış, sırası karışmış, kenarına-köşesine oklar çekilerek derkenarlar düşülmüş metinler olması, onların transkripsiyonunu zorlaştırmış ve geciktirmiş olmalıdır. Dolayısıyla varlıklarından haberdar olunmasına rağmen onlarca yıl karanlıkta kalmış, Osmanlı Türkçesi alfabesi ile kaleme alındıkları için mahiyetleri bile tam olarak bilinemeden günümüze gelmişlerdir.

Hikmet Kıvılcımlı’nın metinlerini kaleme aldığı tarih tespit edilememekle birlikte, Ana-hanlık ile ilgili metinleri hapishane mevkuf kayıt defterine yazmasından ötürü, bu metinleri 1938 yılında Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası akabinde 1942-1950 yılları arasında 8 yıl aralıksız yattığı Kırşehir hapishanesinde yazdığı düşünülmektedir. Hapishaneden tahliye olduktan sonraki süreçte yoğun bir şekilde yayın faaliyetlerine devam ettiği bilinen Kıvılcımlı’nın ömrü, Osmanlıca olarak kaleme aldığı metinlerin tamamını yayınlamaya vefa etmemiştir.

11 metni meydana getiren toplam 138 sayfadan 93’ü Osmanlı Türkçesi, 45’i Latin harfleriyle yazılmıştır. Osmanlı Türkçesi alfabesi ile yazılmış sayfaların tamamı bizzat Hikmet Kıvılcımlı’nın el yazısı ile yazılmıştır. Bu metinlerin Latin harflerine transkripsiyonu tarafımızca yapıldı. Latin alfabesi ile kaleme alınmış sayfalardan 19’u Hikmet Kıvılcımlı’nın el yazısıyla yazılmış; 26’sı ise daktilo edilmiş metinlerdir. Daktilo edilmiş metinlerin tamamı cennet hususundaki el yazmalarıdır. Bununla birlikte, ana-hanlık ile ilgili Osmanlıca metinlerin sol üst köşesine “Cennet özel” notunu düşmesi sebebiyle, bu metinlerin birlikte ele alınmaları daha anlamlı görülmüştür. Öte yandan daktilo edilmiş metinlerin herhangi bir kitapta yayınlanmamış olması sebebiyle kitaba dahil edilmeleri uygun bulunmuştur.

“Barbarlıktan Medeniyete Geçiş”, “Medeniyette Mısır mı Önce Irak mı?” ve “Kentin Kuruluşu” başlıklı metinlerinde Kıvılcımlı: Medeniyet nerede başladı? Barbarların dünyasına medeniyet aşılayan ilk kişi kimdi? Kenti kim kurdu? Mekke bir kent miydi? Umman ticareti, medeniyet pusulasının ibresi olan Mekke bölgesini (Hicaz) nasıl etkilemiştir? Irak-Mısır medeniyet tohumları Hicaz’a, güneyindeki Yemen’den mi, kuzeyindeki Filistin’den mi gelmiştir? sorularına yanıtlar arar.

Barbarlıktan medeniyete geçişi, yerleşik yaşama geçiş ve kentin kuruluşu ile özdeşleştiren Kıvılcımlı, temel olarak iki tez öne sürer: (1) Medeniyet Irak milli toprağının kentleri içinde doğdu. Oradan dünyaya saçılan tohumların son bitkisi Mekke kentinde doğan İslamiyet oldu. (2) Mekke Irak’a kapı komşu iken, denizaşırı Roma’dan belki bin yıl geç doğdu. Fakat Kabe, Mekke’nin kentleşmesinden çok daha eski zamanlarda kuruldu.

Kıvılcımlı’nın savlarını okurken medeniyetin doğuşu ve İslam tarihine ilişkin bilgileri tazelenen okuyucu, anlatılagelmiş ve benimsenmiş dini şahıs ve olayların pek çoğunun tarihi bilgiler ile tutarsızlıkları karşısında sarsılır. Metinlerin satır aralarında barbarlıktan medeniyete geçen insanlığın, kördüğümlerini çözüp rahatına kavuşamadığı hissettirilir. Zira Kıvılcımlı’ya göre barbarın bir türlü unutamadığı, boyuna dönüp dolaşıp tekrar yaşadığı ön-tarih toplumu, ne kadar ilkel ve geri bir ekonomi düzeni olursa olsun, sosyal insan münasebetleri yönünce medeniyetle kıyaslanamayacak kertede temiz ve yüksek bir kardeşlik rejimidir. Her ne kadar barbarlıkta medeniyetin imrendirici maddi zenginlikleri bulunmasa da, medeniyetteki korkunç sınıf uçurumları, kölelikefendilik rezillikleri de yoktur. Keza Kıvılcımlı’ya göre, İlkel sosyalizmin eşit kardeşlik cennetinden çıkıp, petrollü Irak’ın katran kazanları gibi kaynayan medeniyet tezatları içine girmek, göklerdeki cennetten “hayır ve şer bilimi ağacı”nın kazığı ile kazıklanmaktan ayırtsızdır. Neticede insanlık, Kıvılcımlı’nın deyimiyle birbirini bileyen sonsuz tezatlar içinde bir türlü sosyal sentezine kavuşamaz…

“İnsanın İlahlaştırılma Proseleri” metninde Tanrı-hükümdar anlayışının kilidini açacak anahtar bulunur. Bu metin bir nevi Tanrı-devlet anlayışının kökenlerine de ışık tutar. Barbarları alt ederek buyruğuna alan medeniyet kurucusunun, alt yığınlarca yarı-Tanrılaştırılması sürecine değinilir. Tarihte insanın nasıl üst-insan/yarı-Tanrı yapıldığı geleneklerin ve mitolojilerin rehberliğinde Makedonya Kralı Büyük İskender ve Hun Hükümdarı Atila örneklemlerinde somutlaştırılır. Medeniyet kurucunun üstün gelmesi, totem inançlı barbarın gözünde onu mutlak/kahredici Tanrı’ya yaklaştırır. Barbarlıktan medeniyete geçiş sürecindeki insanın zihnini okuyan Kıvılcımlı’ya göre, İsa’nın doğumundan üç yüz yıl önce (İskender), dört buçuk yüz yıl sonra (Atila), yeryüzünde Araplardan başka tarihi rol oynayacak barbar kalmadığı ve her olayın kitaba geçmediği çağlarda mitolojiye karışabilmişse, İsa’nın doğumundan binlerce, beş binlerce yıl önceki insanlıkta kişinin Tanrılaşması kavranılmayacak şey değildir.

“Cennet Sözcüğü Nereden Gelir?”, “Cennet Nedir?”, “Cennet Nerededir?”, “Cennetin Göğe Çıkışı” metinlerinde cennetin soyut ve somut kavranışına değinen Kıvılcımlı, Kur’an-ı Kerim, Tevrat ve İncil’de cennet kavramını ele alır. Cennet’ten en fazla bahseden kutsal kitabın Tevrat, ona en az değinenin ise İncil olduğunu tespit eder: Hıristiyanlığın dört İncil’i, Grek ve Roma medeniyetlerinin tarihsel çöküş cehennemiyle bunalmaktan cenneti düşünmeye vakit bulamaz. Kur’an, İbrani geleneklerinden binlerce yıl sonra, kanıksamış medeniyetlerin kutsal yazılar içine işledikleri bir çağda geldiği için, cennetin objektif gerçekliğinden çok, prozelitizme (inanç propagandasına) daha elverişli düşen sübjektif çekiciliği üzerinde durmuştur. O yüzden, cennet konusunda biricik öz belge Tevrat’tır.

Cennetin gökte değil, yerde aranması gerektiğini ileri süren Kıvılcımlı, cennetin nerede olduğu tartışmalarına teferruatıyla yer vererek Van gölü havzasına işaret eder. İlkin “basit bir yeryüzü meyvalığı” olarak bilinen cennetin, nasıl olup da gökyüzüne çıktığını sorgular. Cennet’in göklere çıkarılmasındaki sosyal ve tarihsel mekanizmayı Tanrıların sonradan yerden göğe çıkarılışlarıyla özdeşleştirir. İnanış biçimlerinin kademe kademe nasıl şekillendiğine kafa yorar.

“Müthiş Bir Kadın Ana-han: Tomrys”, “Allah Önce Kadındı, Tanrı Önce Anaydı” ve “Türklerde Ana-hanlık” metinlerinin özünde, insana ilk Tanrısal varlığın totem ve tabu yoluyla kadından geçtiğini ortaya koymaya çalışır. Bunun toplumda ilk egemen kişinin Ana-şah olmasından kaynaklandığını öne süren Kıvılcımlı, kadın-erkek arasındaki iktidar alt-üstlüğünün kökenlerini Orta Barbarlık Konağı’nda6 arar. Zorba erkek baba-şahın, kendisini toplum içinde herkesçe sevilerek tapılan Ana-tanrı yerine geçirmesinin, Gılgamış Destanı’nda anlatılan Nun-asin’in ilkin kadın-tanrı iken sonra erkek-tanrıya çevrilmesinin “yalanın yeni keşfedildiği” ilk Sümer medeniyeti zamanında olduğunu ileri sürer. Zira Kıvılcımlı’ya göre, maddi hayatta bu değişiklik ile birlikte, manevi hayatta kadının rolü ikinci safa atılmış; Baba-şahçı Semit gelenekleri, Havva’yı Adem’in sol böğründeki dejenere kaburga kemikciğinden çıkartacak kadar önemsizleştirmiştir. Tezini teoride bırakmakla yetinmeyen Kıvılcımlı, 19. ve 20. yüzyıla ait arkeolojik buluntularla savını destekler.

Hikmet Kıvılcımlı, metinlerini inşa ederken ağırlıklı olarak Fransızca eserlerden istifade eder. Kendisinin iyi derece Fransızca bildiği düşünülmektedir. Dini mevzularda kutsal kitapları ve Türkçe’ye tercüme edilmiş Arap kaynaklarını argüman edinir. Savını destekleyecek maddi buluntuları hiçbir hususta görmezden gelmez.

Esasında Doktor’un metinlerinin hiç birisi birbirinden bağımsız ve kopuk değildir. Her biri barbarlıktan medeniyete geçen insanlığın bu süreçte yaşadığı siyasi, sosyal ve kültürel değişimleri açıklama çabasının ürünüdür. Birlikte ele alınmaları Kıvılcımlı’nın fikir dünyasının anlaşılmasına olanak tanıyabilir. Öte yandan metinlerin anlattıkları, elbette sözü edilenlerle sınırlı değildir. Farklı disiplinlerdeki araştırmacıların satır aralarından farklı sesler duyacakları, keza heybelerindeki muhtelif kavram ve kuramlarla onlara farklı mercekler tutacakları aşikârdır.

Güney Çeğin & Ömür Yazıcı Özdemir

Denizli – 2023

4) Bourdieu’den mülhem bu kavramlaştırmayı açacak olursak; Hikmet Kıvılcımlı dolayımında şunlar dile getirilebilir: Onun hakkında düşünmemeye dayalı politik ve sosyal bir ölüm biçilmiş gibidir. Bu denli üretken ve müdahil bir devrimci figürün hiçleştirilmesi ve bu yüzden de fikriyatının yeniden üretim aşamasına evrilememesi Türkiye’de düşünce hayatı ile ilgilenenler için semptomatiktir. Daha da kötüsü Kıvılcımlı’nın emsalsiz kapsayıcılıktaki entelektüel üretim faaliyetinin tam da kapsayıcılığı yüzünden görmezlikten gelindiğini itiraf etmek olacaktır.

5) Metinlerin yayınlanmasında şüphesiz ki en büyük destek Değerli Ahmet Kale’ye aittir. Kendisinin duyarlılığı, öncülüğü ve rehberliği dolayısıyla Kıvılcımlı’nın Osmanlıca metinlerinden bir kısmı yayınlanma imkanı bulmuştur. Örnek için bkz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları, Sosyal İnsan Yayınları 2011. Hikmet Kıvılcımlı’nın metinlerini bizimle paylaşma nezaketi gösterdiği için Değerli Ahmet Kale’ye sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

6) Marcel Aubert’in İÖ 5000 ile 2600 yılları arasına sığdırdığı Neolitikçağ’ın, Charles Picard’ın İÖ 3500 ile 3000 yılları arasına sığdırdığı Kalkolitik çağ’ın sonlarına doğru.