Canavarlar zamanı ve açık kalan kapılar

M. Sinan Mert yazdı: ‘İşçi sınıfı’nın siyaset sahnesine çıkması beklentisi bu anlamıyla yersizdir, işçi sınıfı bir anlamıyla zaten siyaset sahnesindedir, esas olan onu kendi siyasi projesinin sahibi kılmaktır ki bu da esas olarak bir “devrimci elit”in politik müdahalesini gerektirir.

Maalesef artık baygınlık veren bir alıntıyla başlamak durumundayım:

Kriz, tam da eskinin ölmekteyken yeninin doğamaması gerçeğinde yatmaktadır: Bu fetret döneminde, çok çeşitli türden marazi fenomenler meydana gelir.” (A.Gramsci, Bari, 1930, Hapishane Defterleri, III)

Arjantin ve Hollanda seçimlerinde faşist liderlerin zaferi, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırıma varan saldırganlığa “Batı rasyonalitesi”nin eleştirileri sopayla bastırmaya niyetlenen -ancak İngiltere başta olmak üzere sokakları dolduran yüzbinlerin varlığı bu niyetin amacına ulaşamadığını gösteriyor- hayırhah bakışı bu marazi fenomenlerin sıklaşmasının bir işareti olarak değerlendirilmeli. Üst üste binen krizler, giderek müzminleşen yenilenememe hali, dev tekellerin varlığının sermayenin değersizleşmesi sürecinin önünü tıkaması, devrimci öznenin ve devrimci dönüşüm programının yokluğuyla birleşince Gramsci’nin tarif ettiği Fetret Devri uzadıkça uzuyor ve geçiş aşamasında takılıp kalmanın dünyanın yeni normali olup olamayacağı tartışmasına zemin hazırlıyor.

Milei de, Wilders da yaşanan ekonomik çöküşün ve yaşam koşullarındaki gerilemenin sebeplerini basitçe ortaya koyabilecek şifrelere sahip oldukları için kitlesel destek elde edebildiler.

Milei Arjantin’in durdurulamayan gerileyişini siyasi elitin yolsuzluğuyla açıkladığı için devletin ekonomiden elini çekmesi temel felsefesine dayalı bir ‘zombi neoliberal’ projeyi pazarlamayı başardı. Arjantin işçi sınıfı, son 25 yılda birçok kez eşiğine geldiği ancak İtalyan işçi sınıfının 1919-1920 Kızıl yıllarında yaptığı gibi uzak durduğu iktidarı alma ve kendi diktatörlüğünü inşa etme görevini ıskalamanın bedelini, giderek faşistleşen Arjantin sağının kapsamlı bir yoksullaştırma ve örgütsüzleştirme saldırısıyla ödeyebilir.

Wilders da Apartheid rejimin fikir babası bir kolonyalist gelenekle malul Hollanda orta sınıflarını, yaşadıkları ekonomik gerilemenin sorumlusunun dev tekeller değil yoksul ve çoğu Müslüman göçmenler olduğu basit fikrine ikna edebilmiş görünüyor. AB emperyalizmi Arap Baharı sonrasında uyanan Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının eşitlik ve özgürlük mücadelesini büyük bir hırsla yağmalamak için yarattığı iç savaşların ve yıkımın sonucunda ortaya çıkan göçün bedelini ödemek istemediğinden şimdi daha büyük yıkımların kapısını aralıyor. Bugün kayıtsız ve şartsız olarak destek verdiği İsrail’in Gazze’de yarattığı yıkımın yine dönüp dolaşıp kendi cehennemine odun taşıyacak olduğunu dahi göremeyecek kadar körleşmiş durumda. Sömürgeciliğin ve küresel Güney’in sınırsızca yağmalanmasının nimetlerini tepe tepe kullananlar şimdi yarattıkları yıkımın dalgalarının kendi kıyılarına ulaşmasından dehşete kapılarak Ku Klux Klan ayinlerine koşuyorlar. Oysa göçmen işçilerin anti-sömürgeci öfkesini de saflarına katarak büyüyebilen bir işçi sınıfı hareketi ortaya çıkan felaketin gerçek sorumlusu finans kapitalden hesap sormanın momentini rahatlıkla yaratabilirdi. Bu ışığı gören Melanchone’un ise Gazze’yle dayanışması dahi “anti-semitizm” yaftasıyla hızlıca itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.

Bütün bu yaşananların cevabı kolay olmayan bir “Devrimci özne nerede?” tartışmasına kilitlendiğini görebiliyoruz. “Yaklaşan devrimin temel dayanağının proletarya olduğu yargısı geçersizleşirse o zaman hayatımın hiçbir anlamının kalmayacağını kabullenmek zorundayım” diye yazmıştı 1906 yılında Karl Kautsky (Mike Davis, Old Gods New Enigmas- Marx’s Lost Theory, 25.). Kautsky, Ekim Devrimi karşısında aldığı tutumla kendi hayatını ve eserini büyük oranda değersizleştirmeyi başardı ancak yukarıdaki cümlede bahsettiği duygu durumu, sosyalizmin yaşadığı uzun krizin arka planını doğru yansıtıyor.

Ellen Meiskins Wood bir sınıfın özne olarak kabul edilebilmesi için gündelik hayatın koşulları içerisinde kolektif eyleme geçebilme stratejik gücüne ve kapasitesine sahip olması gerektiğinin altını çiziyor. Kapitalist devlet, yönetim deneyimini yüzyıllar içinde derinleştirdikçe ve üretimin koşulları kolektif eylem olanaklarını sınırlayacak ölçek dönüşümlerine yol açtıkça işçi sınıfının parçalanması derinleşti, kendiliğinden eylem kapasitesinin sınırları daraldı. Bugün devrimci politik müdahale olmaksızın işçi sınıfının farklı fraksiyonlarının ortak hareketi mümkün değil, sınıfın kendi karşı hegemonya projesine sahip olamadığı koşullardaysa işçiler daha ziyade egemen fraksiyonlarının politik projelerinin kitlesel destek gücü olarak siyaset sahnesine çıkabiliyorlar.

“Velhasıl, Türkiye de tıpkı tüm dünyada olduğu gibi düzenin çoklu kriziyle karşı karşıyadır ve Türkiye de yaşanan küresel delilik halinin ve insanlığın karanlık bir çağa doğru doludizgin gidişinin parçasıdır; solun yokluğu, dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de deliliğinin esas nedenidir. Eğer dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmaz ve duruma müdahale etmezse bu gidişat durdurulamayacaktır.”

‘İşçi sınıfı’nın siyaset sahnesine çıkması beklentisi bu anlamıyla yersizdir, işçi sınıfı bir anlamıyla zaten siyaset sahnesindedir, esas olan onu kendi siyasi projesinin sahibi kılmaktır ki bu da esas olarak bir “devrimci elit”in politik müdahalesini gerektirir.

“Devrimci elit” rezervleri kuruyan Türkiye sosyalist hareketi yeni proleterleşme dalgalarıyla daha da büyüyen ve güvencesizleşen işçi sınıfı okyanusunda etkisiz zerreler olmaktan belirleyici ve tetikleyici bir politik odak olmaya nasıl sıçratılabilir? Bu acil görev ile Kürt Özgürlük Hareketi’yle kurulan devrimci demokrasi ittifakının güncel koşulları arasında birbirini besleyen bir mücadele hattı hangi zeminde yaratılabilir? “Devrimci elit” sınırlı olanaklarıyla işçi sınıfının hangi fraksiyonu içerisindeki faaliyetine öncelik vermelidir?

Bu soruları tartışmaya devam edeceğiz.