Çuro’nun hakikati: 100. yılında cumhuriyetin karanlık yüzünden bir kesit

Orhan Kara yazdı: Uzun namlulu silahları doğrulttuklarında bütün çocuklarının önüne geçen Çuro’nun annesi uzun ve geniş eteğini bir kartalın kanatlarını açtığı gibi açtı. Namlularla çocukların arasına güvenlik zırhını oluşturmuştu. Müthiş bir cesaretti.

1990-1996 yılları arasında Ağrı/Doğubeyazıt’ta Çuro (Sarışın) lakaplı bir çocuğun gözlemleri ve yaşadığı hakikati yazıp yazmamayı çok düşündüm. Yaşananları yazıya dökmek kolay değil sanırım, zorlanmam bundan olmalı. Ancak, hakikatin yazılması şart.

O çok övülen cumhuriyet tarihinde olayları ayırt etme bilinci henüz gelişmeyen Çuro, 5 ile 8 yaş aralığındaydı. Birden çok olaya tanıklık etti. Toplumsal-sistemsel sorunların her geçen gün ağırlaştığı ve çelişkilerin büyüdüğü bir anaforun içerisindeydi. Daha o yaşlarda içinde bulunduğu toplumsal gerçeklik, hakikati idrak etmesini zorunlu kılmaktaydı.

Çuro’nun babası eve nadir gelirdi. Geldiğinde de çok durmazdı. Çuro ara ara babasının nerde olduğunu annesine sorardı; annesi İran’da tabak, çay, hurma ve benzeri alıp İstanbul’a satmaya gidiyor demişti. Ayda yılda bir eve gelen Çuro’nun babası, mutlaka elleri dolu gelirdi. O gün bayram havasında geçerdi. Bu özel günler dışında yeterince beslenmek mümkün değildi. Öğlen ekmek arası şeker, akşamları patates. Eğitim, sağlık, beslenme, giyinme, ısınma gibi temel insani ihtiyaçlar yetersizdi. Çuro’nun babası “kaçakçıydı”. Kaçakçılık diye adlandırdıkları faaliyet sınırlar çizildiğinde İran, Irak ve Suriye’den kalan akrabalarla ekonomik ilişki biçimidir. Yaşamlarını sürdürebilme pahasına ölmeyi göze alıp sınırlar aşılırdı, aşılıyor. Halkın ezici çoğunluğu alt sınıftı. Dayanışma yaygındı ve komşuluk ilişkileri güçlüydü. Çuro’nun annesi onu komşuları Halime’ye gönderir, “Oğlum Halime teyzene şu tabağı al git, biraz salça getir” derdi. Akşam da mutlaka pişirdiği yemeğinden ikramlık gönderirdi, bol sulu ve salçalı patates yemeği.

Halk arasında Mırtıvlar diye anılan bir topluluk vardır, onlar bölgenin en yoksullarıdır. Göçebe yaşayan bu topluluğun Hindistan’dan dünyanın çeşitli yerlerine dağıldığı söyleniyor. Kürtler arasında “Mırtıv, Qereçî ya da Bengzade” derler… Genelde dışlanan, ötekileştirilen bir halktır. Kahvelerde bile Mırtıvlar kendi aralarında oturur. Bir başka kültürden birisi yanlarına oturduğunda ayıplanırdı. Oysa Mırtıvlar Kürtçe konuşan bir topluluktur. Müziğimize kavallarıyla, oyunlarımıza davul zurna ve çalgılarıyla katkılar sunan bir topluluktur.

Mırtıvların köy ve toplumun geneliyle bağları güçlü değildir ya da hiç yoktur. Sınıfsal açıdan en alt sınıfın da altındadırlar. Genelde ya baraka ya da çadırlarda kalırlar. Geçim kaynakları dilencilik, hamallık, falcılık, çalgıcılık ve askeriyenin çöplüğü. Çuro’nun hatırladığı kadarıyla askeri lojmanların etrafı surla örülüydü. Binalar ya çok içerde ya da Çuro’nun boyu kısa olduğu için hiç görmemiş. Lojmanlardan çıkan çöpün götürüldüğü yere askeriyenin çöplüğü denirdi. Bu çöplük Mırtıvlar için bulunmaz bir nimetti. Mutlaka kesintisiz ziyaret ederlerdi.

Artık okula gitme yaşı gelen Çuro’nun kayıt işlemleri yapıldı. Büyük bir heyecanla okulun açılacağı günü bekledi, arkadaşlarıyla hayaller kurardı, gelecek güzel günler için ilk adım atılmıştı. Bilmediklerini öğrenme ve “büyük adam” olma hayalleri onlar için büyük bir heyecandı. İlk gün arkadaşlarından farksız olarak en güzel yamalı kıyafetlerini giydi, saçlarını kalın sarı tarakla taradıktan sonra okula doğru yola koyuldu. Askeri disiplinle tek sıra okul bahçesinde dizildiler. Okunan and ve İstiklal Marşı ona hiç sempatik gelmemişti. Türk olmadığı halde “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diye yarım yamalak da olsa söylemek zorunda bırakılması hiç hoşuna gitmemişti.

O yaşlarda ırkçı bir uygulamayla karşı karşıya olduğunuzu hissetmemek mümkün değildir. Dışarıdaki merasim bittikten sonra sınıfa girdi. Sınıf arkadaşlarını ve öğretmenini tanıyacağı için yüreği kıpır kıpırdı. Çuro arkadaşları gibi öğretmeniyle bir türlü iletişim kuramadı, kurmalarının da mümkünatı yoktu. Öğrenciler Türkçe, öğretmen de Kürtçe bilmiyordu.

Gri takım elbiseli öğretmen… Temsil ettiği ideolojiye ve kendisine öfke biriktiren adam. Agresif, şiddet yanlısı, ırkçı yönüyle sınıfta bulunan bütün çocukların hafızasında silinmemek üzere kaydedildi. Öğretmenin dayağı eksik olmazdı. İstiklal marşının ezberlenmesi için ödev vermişti. Bu girişim başarısız olunca bütün sınıfa “ödül olarak” sıra dayağı geçmişti. Öyle avuç içine değil, beş parmağın tırnaklarına vuracak şekilde ayarlar, tırnaklar morarmadan bırakmazdı. Üç sağ ele, üç sol ele. Vurduğunda bazı öğrenciler kıpkırmızı kesilir bazıları ise hıçkıra hıçkıra ağlardı. Günler ilerledikçe iletişim sorunu daha da derinleşti; ne dert anlıyor ne de dert anlatabiliyor. Bir gün sinir krizi geçirdi, kendisini kaybetti ve sıra dayağı yerine tahtayı tekmeleyerek parçaladı, o esnada bağırarak bir şeyler söylemiş, “ben sizin…” Çuro’yu rahatsız edici bir davranış olsa da ne dediğini anlamamıştı. Öğretmenin çıldırdığı o gün ağır küfürler ettiğini Çuro çok sonraları sosyal ortamda öğrenmişti. Okul okuma gibi hayaller çok geçmeden son buldu. Okuldan Çuro’ya kalan; ABC ve heceleme.

Akşam saatleri çocuklar için merak, yetişkinler için ise kaygı ve endişe içerisinde beklenirdi. Sokağa çıkma yasağı saat 17.00’den itibaren başlardı. Elektrikler kesilir, şehir hayalet kente dönüşür, zifiri karanlık şehrin üzerine çökerdi. O saatten sonra yoğun çatışma sesleri duyulurdu. Herkes evlerine çekilir, çekilmek zorunda bırakılırdı. Perde hafif aralanır ve camdan dışarısı izlenirdi, bir film izlercesine… Filmin merak konusu görsel şovu andıran izli mermiler olurdu. Ve sabahın erken saatlerinde çocuklar mermilerin kovanlarını toplamak için dışarıya çıkardı. Sokaklarda çok sayıda zırhlı araçlar görülür, hele bir de eviniz mezarlığa yakınsa…

O zamanlar zırhlı araçların içerisinde bulunanlara halk arasında Özel-Tim denirdi. “Ne olduğu belli olmayan” bu karanlık ekipler mahallede bulunan mezarlığa giderlerdi, çocukları gördüklerinde zırhlı araçtan inip kurt işareti yapmakta eksik kalmazlardı. Çocuklar toplaşır mezarlığa gidilirdi. Birden çok cenazenin defin edildiğine şahitlik edilirdi. Mahalle mezarlığına getirilen cenazelerin sahibi ya Çuro’nun akrabaları ya da komşularının çocuklarıydı. Çocuk yaşta bu gerçeklik hafızalarımıza kaydedildi. Beyaz kefenler kıpkırmızı…

Ailelerin çocuklarını inançlarına göre defnetmelerine izin verilmezdi, birinci derece yakınları çevrede beklerdi ve defin işlemi bittikten sonra anneler mezar başlarına geçerek ağıtlar yakarlardı: “lao lao, diya te qurbana te be.”

Çuro’nun 5-8 yaş aralığında anlatılan bu hikâyesi, cumhuriyetin yüz yıllık tarihinde hakikatin bir yönüdür.

Kürtçe konuşmanın yasaklı olduğu bu dönem çok ağır bedeller ödendi, çocukların gözleri önünde… Baskınlar mahalle mahalle sık sık olurdu. O dönemler her evde hemen hemen Kürtçe kasetler dinlenirdi. Akşam sokağa çıkma yasağı başlamadan kasetler ya evlerin altında bulunan ahırlara ya da bahçede toprak kazılıp saklanırdı. Yine yoğun çatışma seslerinin geldiği bir gün Kuşkular Mahallesi’nde kapsamlı bir baskın düzenlendi. Çuro’nun evinin sokağı, damı, bahçesi tutulmuştu. İçeriye birden çok yüzü maskeli ve uzun namlulu Özel-Tim girdi. Tek aradıkları şey fotoğraf albümü veya Kürtçe bir kasetti. O gün Çuro’nun annesi uzun ve geniş olan eteğini giymişti, çocuklarıyla birlikte odalardan bir tanesindeydi. Uzun namlulu silahları doğrulttuklarında bütün çocuklarının önüne geçen Çuro’nun annesi uzun ve geniş eteğini bir kartalın kanatlarını açtığı gibi açtı. Namlularla çocukların arasına güvenlik zırhını oluşturmuştu. Müthiş bir cesaretti. O günden sonra Çuro annesine büyük hayranlık beslemeye başlamıştı. Ev “temizdi”. Çuro’nun ablası sokağa çıkma yasağı saatinden önce Kürtçe kasetleri ve sarı-kırmızı-yeşil fularını ahırda toprağı kazarak saklamıştı.

Aynı gün teyzesinin evi basıldı. Aile albümündeki fotoğraflardan bir tanesinin kim olduğu soruluyor. Çok önceleri çekilen bu fotoğraf Çuro’nun akrabasına aitti. Teyzesinin eşi bu fotoğrafı bulundurma nedeniyle gözaltına alındı. Kendisi karanlıkta korkan bir adamdı, evden işe, işten eve… Başka bir hayatı yoktu. Gözaltı süresi iki haftaya yakın sürdü. Ağır işkence tezgahında günler geçtikten sonra “Gelin alın” dediler. Aile içerisinde bir heyet almaya gitti, kapıda diğer aile bireyleri merakla bekliyordu. Çuro’nun eniştesinin koltuk altlarına girmişlerdi ve sürükleyerek getiriyorlardı. Ayaklarına basamaz hale getirmişlerdi. Yıllar geçmesine rağmen uğradığı işkenceleri anlatamadı, lal oldu gitti adamcağız, ne yaşadıysa onda kaldı. Tek bildiğimiz gözlerimizle gördüğümüzdü, ayak tırnakları komple çekilmişti.

Sorulan fotoğraf Çuro’nun annesinin dayısının oğludur. Anne ve babası dışında bütün aile üyeleriyle birlikte (kardeşler ve eşler) kırsala gitmişlerdi. Köyün en aydın ailesi olarak bilinirlerdi. Halk arasında komutan diye bilinirdi. Anlatılanlara göre bulunduğu birlikle beraber İran’dan Doğubayazıt’a geçip Newroz’u kutlayacaklarmış, mayınlı pusuya düşmüşler, çatışmışlar saatlerce… Cenazesi çöp tenekesine atılmış. Aile büyükleri cenazelerine sahip çıktı. Cenaze alındıktan sonra geleneklere uygun bir şekilde defnedildi.

Mücadele toplumsal bir örgütlenmeye dönüşmüştü. Herhangi bir mahalleye Özel-Tim girdiğinde mutlaka haberleşme olurdu. Umudun özneleri olma eğilimi güçlüydü. Çuro ve arkadaşları evlerinin arkasında bulunan dağa ara ara çıkıp “militan militan Kürdistan” şarkısını söylerlerdi. Ve o dağa her çıktıklarında kendilerini özgür ve mutlu hissederlerdi. Bölge halkının şiddet sarmalı içine itilmesi ve ağır ekonomik sorunlar öfke biriktiriyordu.

Aile ziyaretleri sırasında çocuklarının kırsala gittiğine dair sohbetler Çuro’nun dikkatinden kaçmamıştır. Göğsünü gererek anlatan anne ve babaya çok rastlamıştır. Çuro bulunduğu ortamda yetişkinlerin konuşmalarına kulak verir ve anlatılanlar ilgisini çekerdi. Onun için büyük merak uyandıran konuları arkadaşlarıyla paylaşmadan edemezdi.

“Teröristler varmış, terörist başı kocaman biriymiş, yüzlerce koruması varmış, gelip bizi kurtaracaklarmış, bizde artık teröristmişiz!”

Bu tarihsel süreç net bir tutum almanızı zorunlu kılmaktaydı. Ev baskınları, inkâr, çatışmalar, işkenceler, katliam ve yoksulluk aileler içerisinde politik eğilimin yükselmesini sağlayan önemli etkenlerdi. Bazı aileler ise yetişkin çocukları varsa kırsala gidişi engellemek için gece nöbet tutardı. 17 yaşlarında biri gece gizlice evden çıkarken annesi ve babası bahçede yakalayıp ahıra kilitlemişti. O da ahırda hayvanlara yapışan kenelere karşı sürülen ilacı içip intihar girişiminde bulunmuştu.

Çuro sabah evden çıktıktan sonra arkadaşları gibi yasak saatine kadar dışarda olurdu. Bazı günler evlerinin altında bulunan dere kenarında çamurdan araba yapar, bazı günlerde çocukluğumuzun vazgeçilmezi kemer saklambaç oyununu oynardı. Bir kemer saklambaç oyunu sırasında izole bir yerde çuvalın içerisinde alüminyumdan yapılmış 10-15 tane uzun namlulu maket silahlar buldular. Ve onlar artık “silahlıydı!” Büyük bir heyecanla iki grup oluşturup mevzi savaşı vermek istediler. Ancak, iki grupta Özel-Tim olmak istemediği için çözümü kemer saklamakta buldular. Kemeri bulan grup “teröristtir”. Yaşasın “teröristler”!

İnsanlar doğduğu ve büyüdüğü topraklarda bir çıkmazın içerisine itilmişti. Zorunlu göç için her türlü zorbalık mübah görüldü. Evini, tarlasını, neyi varsa artık, her şeyini bırakıp da göç eden aile çoktur. Perperişan edildi insanlar, birçoğu metropollerde insana yakışmayan ne varsa onu yaşadı. Bazı aileler yaşamak için zorunlu göçü bir umut kapısı olarak görse de bu gerçeği yansıtmıyordu, yansıtmadı.

Çuro’nun babası da evini satıp İstanbul’a taşındı, evin parası taşıma ve kiralık bir yeri tutup yerleşmeye ancak yetti diye anlatılır. Çuro ilk defa apartmanla tanıştığında merdivenlerde bir aşağı bir yukarı koşardı. Sınıf çelişkisi ve şovenizm İstanbul’da yüzüne çarpmıştı. Bu onun sonraki hayatı açısında önemli bir olguydu. Yeni arkadaşıyla konuşurken “keşke herkes eşit olsa, istediklerini giyebilse” diye konuşurdu. Doğduğu yeri terk etmek zorunda kalsa da hakikati inkâr edemezdi. O artık çelişkileri kavrayabilecek bilince sahipti.

Çuro’nun İstanbul da ilk oturduğu yer Feriköy olsa da yaşamı Okmeydanı’nda geçti. O dönemler Okmeydanı radikal solun merkeziydi. Çuro politik bir ailenin çocuğuyla arkadaş oldu. Arkadaşının ablası şehit düşmüştü. Sokakların hareketli olduğu ve politik mücadelenin yükseldiği bir süreçti. Çuro ilk yazılama eylemini arkadaşının okuldan kamulaştırdığı tebeşirle yaptı. Yazılamada gündem aynı olsa da Çuro ve arkadaşı sempati duydukları örgütlerin imzalarını kullanmışlardı. O dönemler Çuro babasıyla birlikte bakkalda çalışıyordu. Harçlığını aldığında arkadaşıyla kurumlara giderlerdi. Dama, film gösterimleri veya mini konserlerin yanı sıra dergi kapaklarındaki resimler ilgilerini çekerdi. Ceplerindeki harçlıklarıyla kurumları dolaşıp Vatan ve Direniş gazetesini alıp incelemek önemli bir eylemdi onlar için.

Okmeydanı’nda binlerce insanın katıldığı eylemler yapılmaktaydı. Çete, devlet ve siyasetin iç içe geçtiği gerçeği Susurluk kazasında açığa çıkmıştı. Çuro ve arkadaşı bu eylemlere muhakkak katılırdı. Siyasetler arası kurulan birliktelik belli bir noktadan sonra dağılmıştı. Ve eylemler her siyasetin kendi inisiyatifiyle yapılmaktaydı. Farklı imzalar kullanılmaya başladığında Direnişçiler ismi ve yaptıkları, Çuro’nun hoşuna gider ve arkadaşına Direnişçiler’in kim olduğunu sorduktan sonra katılmayı önerir. Ancak, arkadaşı karşı çıkıp Direnişçiler’in Kürt kuyrukçusu olduğunu söyler. Kürt olduğundan olmalı ki bu durum Çuro’nun Direnişçiler’e olan sempatisini artırır ve arkadaşı ile yollarını ayırmak zorunda kalır…

Evet, ne gri ne de yeşil cumhuriyet süreci bizim öveceğimiz bir tarih değildir. Bu sistemin grisi de yeşili de bizde acı, gözyaşı, yoksulluk ve öfke biriktirdi.