Cumhuriyetin çürüme sahneleri
İktidarın, hanedanın tekelinden sökülüp alınması anlamında bir devrimci dönüşüm gerçekleşmiş olsa da halkın, teorik olarak sahip olduğu egemenliği ne biçimde kullanacağı düzenlenmediği sürece Cumhuriyet, rahatlıkla bir başka hanedanın, egemenliği tekeline almasının gerekçesi haline gelebilir.
Özel mülkiyetin ve onun yarattığı eşitsizliklerin belirleyici olduğu bir düzende eşit vatandaşlık mümkün müdür?
Eşitliği burjuva devrimlerinin algıladığı gibi “kanun önünde eşitlik” olarak anlarsak, evet. Teorik olarak tüm kanunların objektif bir biçimde herkese eşit bir biçimde uygulanması mümkündür. Ancak komünistlerin burjuva “kanun önünde eşitlik” ilkesine, gerçek koşullar açısından eşitliğin olmadığı bir yerde eşitliğin hiçbir biçiminin mümkün olamayacağı eleştirisi gayet yerindedir. Bu açıdan artı değere el konmasını mümkün kılan özel mülkiyet aslen eşit vatandaşlığın da anti tezidir. Kanun önünde eşitliğin mümkün olabilmesi, maddi koşullar açısından eşitliğin varlığıyla koşullanmıştır. Çünkü devlet dediğimiz olgu, toplumsal güç ilişkilerinin maddileşmiş bir biçimidir. Sınıfsal ilişkilerle boydan boya kat edilen bir toplumda egemen sınıfın hakimiyetinin yansımalarının mutlak bir biçimde dengelenebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla gerçek bir demokrasi mücadelesi, maddi koşullarda eşitlenmeyi hedefleyen bir sosyalist mücadeleden ayrıksı düşünülemez.
Cumhuriyetin “hakimiyet bila kaydu şart milletindir” ilkesinin mucibince göklere çıkarılması da böylesi bir teorik oyunla mümkün olabilmektedir. İktidarın, hanedanın tekelinden sökülüp alınması anlamında bir devrimci dönüşüm gerçekleşmiş olsa da halkın, teorik olarak sahip olduğu egemenliği ne biçimde kullanacağı düzenlenmediği sürece Cumhuriyet, rahatlıkla bir başka hanedanın, egemenliği tekeline almasının gerekçesi haline gelebilir. İlksel hanedanı ortadan kaldırmak iktidarın halkın elinde kalması anlamına gelmemektedir. Schumpeter gibi demokrasiyi sadece “halkın yöneticileri seçmesi” hakkına indirgediğimizde ya da bütün bir Cumhuriyetçi Batı siyaset felsefesinin yaptığı gibi “halkın aşırılıklarının denetim altına alınması ve yasaların yönetimi” hedefine kilitlenildikçe halkın giderek iktidarın dışına atılması kaçınılmazdır. Dolayısıyla cumhuriyetin demokratikleşmesi meselesi sadece yasal düzenlemelerle değil halkın özyönetiminin kurumsal inşasıyla öncelikle ilgilidir. İktidarın gerçekten halka aktarılmasını, burjuva muhalefetin halkı tribünlerde tutma eğiliminin mutlak bir biçimde aşılmasını, halkın kendi yaşamı üzerinde söz ve iktidar sahibi olmasını gerektirir. Sosyalizmde de egemen sınıfların ortadan kaldırılması, aynen Cumhuriyet bahsinde hanedanın kaldırılmasının halk egemenliğini mutlak biçimde gerektirmediği argümanında olduğu gibi, eşitliğin ve sosyalist demokrasinin zorunlu olarak kurulacağı anlamına gelmez. Eşitlik ve demokrasi ilişkisini kuracak kurumsal yapı, halkı kendi yaşamının öznesi haline gelmesini, üretimin ve tüketimin planlanmasını, yönetim işlerine aktif katılımının koşullarını sağlayamıyorsa sosyalizm bu boşlukta ayakta kalamaz. “Sınıfların ortadan kalkmasının kendiliğinden devleti ortadan kaldıracağı” Polyannacılığı da böylesi doğalcı, Darwinist düşünce biçiminin ürünüdür ve tarihsel olarak yanlışlanmıştır.
Burjuva demokrasisi eşit vatandaşlığın sınıfsal eşitsizlikler dolayımıyla örtük ilgasını içerirken faşizm bu ilgayı apaçık hale getirerek iktidarın sürekliliğini sağlama girişimidir. Faşizm kitleleri kendi otonomilerini ortadan kaldırararak, kendi iktidarlaşma mekanizmalarını çözerek politize eder, egemen sınıfın dar bir çekirdeğinin egemenliğinin meşruiyetini ise kurumsal çözülmenin yarattığı belirsizlikte ve açık bir biçimde eşit vatandaşlık çemberinin dışına itilen birey ve toplulukların trajedisinde arar. Faşizmde kitleler, olağan bir burjuva demokrasisine göre çok daha politize ve katılımcıdır, bu haliyle onu bütünüyle gerici bir demokrasi olarak okumak da mümkündür, ancak bu kitleler çözülmüş bir toplumun artıklarıdırlar ve kendileri olarak özneleşme kapasitesine sahip değildirler.
Bu açıdan bakıldığında Can Atalay’ın ve Gülten Kışanak’ın burjuva hukuk düzeninin kendi içinde açıklanamayacak bir biçimde cezaevinde tutulması, faşizmin haksızlık ve eşitsizliği uç noktalara kadar taşıyıp, ona görünürlük kazandırarak yönetme stratejisinin bir parçasıdır. Bu uygulamanın gerekçelendirilmesine bile gerek duyulmaması iktidarın şahsiliği ve kadiri mutlaklığı mesajını güçlü bir biçimde vermektedir. Faşizm, “kanun önünde eşitlik” ilkesinin ilgasını en açık biçimde görünür kılarak yönetme sanatıdır. Burjuva demokrasisinin eşitsizliği örtme ve görünmez kılma çabası faşizmde tam tersi bir yöne savrulur. Barış Akademisyenlerinin bir kısmının geri döndürülmesine rağmen aynı gerekçeyle ihraç edilen kimilerinin başvurularının reddedilmesi de bu belirsizlik, öngörülemezlik ve çifte standardın gözlere sokulması çabasının bir parçası ve devamı olarak değerlendirilebilir.
“Kanun önünde eşitlik” ilkesinin, Cumhuriyet’in kendisini anımsatan son kalıntısının da tabutuna çiviler çakılırken MİT’in hazırladığı bir raporda uyuşturucu tacirlerinin ve mafyanın hukuk sistemi içindeki kimi uzantıları tarafından nasıl tüm soruşturmaları ve suçlamaları boşa çıkardığının ifşa olması da anlamsız bir tesadüf değildir. Barışı, eşitliği ve özgürlüğü savunanların makbul vatandaşlıktan mahrum bırakıldığı ancak çeşitli çete ve mafya bozuntularının muhtemelen de Türkiye kapitalizminin müzmin sorunu cari açığı kapatma konusunda oynadıkları “olumlu” rolden dolayı VIP haline geldiği sekans, Cumhuriyet’in 100. yılında ulaştığı çürüme seviyesiyle ilgili çok açıklayıcı bir görüntü ortaya koyuyor.
Girişte özel mülkiyetin eşit vatandaşlığın anti tezi olduğunun altını çizmiştim. Ancak faşizmin seyri, eşit vatandaşlığın ilgasının dönüp dolaşıp burjuva egemenliğinin temel “ortak duyusu” özel mülkiyet güvencesini de rafa kaldırabilecek bir etki yaratabileceğini düşündürüyor. Meclis Genel Kurulu’na gelmekte olan 375 sayılı “Afet Riski altındaki Alanların dönüştürülmesi” kanunu Saray’ın deprem korkusunu, kentsel rantları tekeline alma amacıyla kullanmayı; bu uğurda da burjuvazinin kutsal “özel mülkiyet hakkını”nın da sınırlarını zorlamayı göze aldığını gösteriyor. İslamcı sermayenin ve üst-orta sınıfların İstanbul’a “rezerv alanlar” ilan ederek çökme planı yerel seçimlerde güçlü bir mücadeleyi yükseltme zemini sağlayabilir.
100. yılda sermaye cumhuriyeti lime lime dökülürken sosyalist ve demokratik bir cumhuriyeti inşa edecek meclislerimizi örgütleme konusunda vites arttırmak zorundayız.