N’olacak bu cumhuriyetin hâli?
Dindar bir işçinin sosyalizme ve mücadeleye kazanılması inançları açısından nasıl özenli bir çaba gerektiriyorsa benzer bir durum Kemalist bir orta sınıf plaza işçisi açısından da geçerlidir.
Cumhuriyet’in 100. yılı etkinliklerinin oldukça cılız düzeyde seyretmesini, mayıs seçimleri sonrasında İslamcılığın Kemalizm üzerinde mutlak bir galebe çalmasının ifadesi olarak okuyabilir miyiz? Finans kapital kendi Cumhuriyeti’ni kendi başına kutlamak için bilboardları doldururken siyasal İslam 100. yılı susuş kumkumasıyla geçiştirme telaşında. 28 Ekim’de İstanbul’da yapılacak Gazze mitinginde 29 Ekim’i gölgede bırakma telaşının boyutlarını daha iyi görebileceğiz. Geçtiğimiz haftalarda kısaca bir görünüp bir kaybolan “Erdoğan’dan sonrası” tartışmalarında öne çıkan isimlerin tamamının hanedan üyesi olması da Cumhuriyet’in bekası ile ilgili işaretlerle dolu görünüyor.
Kemalizm ve İslamcılık Türkiye’de hâkim sınıfların iki temel ideolojisi olarak ele alınabilir. 20. yüzyılla birlikte ticaret burjuvazisinin Türkleştirilmesi sürecinin ürünü olarak ortaya çıkan, 1920’lerle birlikte doğar doğmaz finans-kapital / tekelci aşamasına sıçrama eğilimini ortaya koyan ve bugünkü TÜSİAD’ın bileşeni birçok burjuva hanedanın içinde mayalandığı sınıfın eğilimi olarak Kemalizmi düşünebiliriz. 1908 ve 1923 burjuva devrimlerinin hem sebebi hem de sonucu bir sınıftan bahsediyoruz. Son dönemin kimi tartışmalarında “Türkiye’de ilk başta burjuva da yoktu işçi sınıfı da” dogmasının karşısına anlaşılabilir sebeplerle de olsa genç revizyonist tarihçiler (D. Çetinkaya, E.A. Aytekin, M. Şener, F.E.Çelik, K.Yıldırım vb.) tarafından “Burjuvazi de işçi sınıfı da gelişkin ve belirleyici biçimde vardı” savını dikmenin zaman zaman hakikati kanırtıcı sonuçlar yaratabildiğine dikkat çekelim. Türk-Müslüman sermaye gruplarının büyümesinde savaş koşullarının yarattığı olanakların yanı sıra devlet eliyle ya da denetiminde gerçekleşen katliam, sürgün, soykırım, pogromların ve “devlet fideliğinin” sağladığı olağanüstü teşviklerin belirleyici rolü asla unutulmamalıdır. Devletsiz bir kapitalist sermaye birikimi zordur, ancak devletsiz bir finans kapital oluşumu imkansızdır. Bilbordlara holdinglerce asılan afişlere bu gözle de bakılmalıdır.
Bu, kent merkezli sınıfın yanı sıra kırlara ve kasabalara hâkim olan, 1980’lerin ihracata dayalı kalkınma günlerine kadar büyük oranda finans kapitalin acenteliği rolünde sıkışan, 1960-1980 sürecinde kimi bağımsız davranma eğilimleri gösterse de büyük oranda finans-kapitalin anti-komünist, NATO’cu, Batıcı konumlanışını esas alan tefeci-bezirgân sermayenin politik eğilimi olarak İslamcılık ele alınabilir. 1980 sonrasında tefeci-bezirgân sermayenin nicel ve nitel sıçraması egemen sınıf içindeki dengeleri dönüştürdüğü gibi bu egemen sınıf fraksiyonlarının ana ideolojik eğilimleri arasındaki güç dengelerini de alt üst etti. Kıvılcımlı’nın Türkiye’de egemen sınıfın “ultra modern-Babil artığı antika” ikili yapısına dair vurgusunu bilmeyenler açısından 1990’ların ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan “sermaye içi savaş”ı anlamlandırabilmek oldukça güç oldu. Oysa bu savaşın sonunda Kemalizm ve İslamcılık arasındaki merkez-çevre konumları yer değiştirdi. 1990’ların sonunda “1000 yıl sürecek” şiarıyla ortaya çıkan 28 Şubat takriben 10 yıl bile süremedi. 1922’de İzmir İktisat Kongresi’nin programatik çerçevesini de belirleyen İstanbul merkezli Milli Tüccarlar Birliği ile hükümetin savaş süresince yakın mesai içinde olduğu Anadolu eşrafının sentezleşmesi sonucunda ortaya çıkan finans-kapital kent eksenli bir sınıf oldu, temel rıza kaynağı olarak ise kentli orta sınıfların merkez sağ-merkez sol destekçiliğinden yararlandı. Tefeci-bezirgân kökenlerinden büyüyüp serpilen İslamcı Anadolu sermayesi ise kırsal köklerini hep korumayı başardı, 1960-80 döneminde sosyalizmin kendi alanında yaygın bir biçimde boy göstermesinden dehşete düştü ancak yardımına yetişen NATO’cu darbe Kürt illeri dışında Anadolu’nun birçok noktasından işçi sınıfı ideolojisini silip atmayı başardı. Merkezler 1980’lerin ikinci yarısından itibaren güçlü işçi eylemleriyle sarsılırken sosyalizmin süngü zoruyla sürülüp oyun dışı bırakıldığı bir coğrafyada tarikat efsunuyla da dolaşıklaşmış sınırsız bir işçi sömürüsünün ürünü olarak çıkabildi karşımıza Anadolu aslanları adı verilen sermaye grupları. Nuri Bilge Ceylan, Emin Alper gibi yönetmenlerin de kamera tutmayı sevdiği “derin Anadolu’nun karanlık kuytuları” coğrafyanın, solun erişimine kapanmasının bir ürünü olarak da ortaya çıktı.
Sermayenin iki fraksiyonu karşısında 1960’ların özellikle ikinci yarısından itibaren bağımsız bir odak olarak varlığını 2000’lerin başına kadar koruyabilen işçi sınıfı ve ideolojisi sosyalizmse, başka yerlerde tartıştığımız sebeplerce etkinliğini korumakta zorlanır hale geldi. Kırdan kente hızlı göç ve eş zamanlı proleterleşmeyse sosyalizmin zayıfladığı koşullarda siyasal İslam ile işçi sınıfı arasında güçlü bir etkileşimin ortaya çıkmasını mümkün kıldı. Bugün Türkiye’de bu bağ kırılmadan ne sosyalizm, ne demokrasi, ne barış ne de laiklik mücadelesi başarıya ulaştırılabilir.
Kemalizm ve İslamcılık arasında karşıtlıklar kadar büyük süreklilikler olduğunun da altını çizmek son derece önemli. Bu sürekliliğin en önemli halkası hiç kuşku yok ki Türk milliyetçiliği aracılığıyla temin ediliyor. Devleti sermaye birikim sürecinde seçici ve etkili bir biçimde kullanma stratejisi de benzer bir süreklilik izleği yaratıyor. Müslüman burjuvazi nüvelerinin finans kapitale dönüşümü nasıl Kemalizmin tek parti iktidarı döneminde mümkün olduysa tefeci bezirgân acenteciklerinin giderek holdingleşmesi, tarikatların devlet içinde müstakil bakanlık parselleyen sermaye yığınlarına evrilmesi de siyasal İslamcı iktidarın günlerinde gerçek olabildi. Bugünkü faşist rejim, Gezi-Kobane momentinin tekrar oluşma ihtimaline karşı bir korunak olduğu kadar devlet üzerinde mutlak egemenliği olmadığı sürece sermaye birikimini aynı hızda gerçekleştirme olanağı bulunmayan bir egemen sınıf fraksiyonunun ayrıcalıklarını koruma azminin de bir ürünüdür.
Saray rejiminin mayıs seçimleri sonrasında ömrünü kalıcı olarak uzattığına dair izlenimin güçlenmesi, Franko ve Salazar iktidarlarına benzeyen düşük enerjili ve devlet-eksenli bir faşizme dönüşme görüntüsü vermesi; partiler, politik hareketler ve ideolojiler arasında yeni iç içe geçmelerin, füzyonların, yeni konumlanmaların zeminini güçlendiriyor. İktisadi ölçekte “rasyonel” sermaye politikalarına dönüş sinyalleri ve Mehmet Şimşek’in finans kapital kontenjanından ekonominin başına oturması bu yeni iç içe geçmelerin iktisadi-politik programını da oluşturuyor. Enflasyonla mücadelenin tüm yükünü işçi sınıfının üzerine yükleme, bunun gürültüsüz patırtısız bir şekilde başarılabilme görevini siyasal İslamcı hegemonyaya yıkma ve iktidarın sermaye grupları arasında seçici davranışlarını “rasyonel” bir zemine oturtma füzyonun temel zemini oluşturuyor.
Erdoğan’ın Gazze konusunda çok fazla ortaya atılmaması (Çarşamba günü yapılan bu konuşma bu durumu değiştirmek değil güvenceli bir biçimde sürdürebilmek amaçlıydı), Çin’deki 3. Kuşak ve Yol Uluslararası İşbirliği Forumu’na 140 ülkeden katılıma rağmen Türkiye’nin dahil olmaması, ABD uçak gemilerini İran’a karşı Akdeniz’e yığarken İsveç’in NATO üyeliği pasaportunun Meclis’e gönderilmesi bu füzyonun dış ilişkilere yansımaları olarak da okunabilir. Askeri sinai kompleksi birlikte büyüten sermayenin iki egemen fraksiyonu yeniden paylaşımda Batı emperyalizmi aksında birlikte hareket edebilecekleri bir konsensusu yaratma arayışındalar. İYİP’in Saray’la flört süreciyle Bahçeli’nin Gazze atakları birlikte ele alındığında bir arayışın söz konusu olabileceği anlaşılıyor.
Yeniden tarihe dönersek şurası açık ki Ekim Devrimi olmasaydı Kurtuluş Savaşı başarılamazdı. Türkiye burjuva devriminin en özgün yanı, en büyük politik desteğini Sovyetler Birliği’nden almasına ve dünyada savaş sonrası devrim günlerinin en sıcak anlarında gerçekleşmesine rağmen yukarıdan bir devrim olarak kalmayı, halk sınıflarının katılımını ve etkinliğini dizginlemeyi başarmış olmasıdır.
“‘Bizde halk mutaassıptır’ safsatası, belki küçük burjuva aydınları ve burjuva alimleri için hurafe demagojisine bir sebep teşkil edebilir. Fakat proletarya devrimcileri, öz halkın (işçi ve köylünün) keşif kolu için hayır. Bizde burjuvazi korkaktır. En devrimci geçindiği zamanlarda bile derebeylik artıklarıyla eski ve gerici hâkim sınıf fosilleriyle uzlaşmadan iktidar mevkini tutabileceğinden emin değildir. Kendi legalitesinin çerçevesi içinde bile öteden beri halkın teşebbüs kabiliyetini boğar, halkı devrim hamlesinden soyutlar.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Yakın Tarihten Birkaç Madde, s.75)
Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliğinin kadroları, amaçlarına ulaşmak için gerekirse Bolşevizmin ilkelerini hayata geçirmeyi bile kabullenmiş olmalarına rağmen kendi dışlarındaki bağımsız bir komünist alternatif oluşumunu ezmeyi en az siyasi bağımsızlığın kendisi kadar önemsemişlerdir. Bu yüzden 1919-1922 arasındaki tarih dünya devrimi koşullarında, bambaşka seçeneklere de açık bir sürecin başının burjuva önderlik tarafından bağlanması olarak da okunmalıdır.
“Anadolu bağımsızlık mücadelesi her şeyden önce halkın anti-emperyalist boğuşmasıdır. Uluslararası proletarya devriminin hazırladığı zemin ve uzattığı yardımcı el bir tarafa, Anadolu savaşını yapan Türk işçisi ve Türk çalışkan köylülüğü ve fakir halkıdır. Burjuvazi, sırf iktidarı ele geçirmiş olmanın verdiği üstünlükten yararlanarak durumu idare ve istismar etmeyi bilmiştir.” ( Dr. H. Kıvılcımlı, a.g.e, s.81).
Büyük oranda bir halk inisiyatifi olarak gelişen Kuvayi Milliyenin önce eşraf sonra da merkezi ordu tarafından kontrol altına alınması, merkezi ordu kurulana kadar bütün büyük İstanbul destekli isyanları bastıran ve kazandığı büyük prestijin yanı sıra askeri bir güce de sahip olarak komünist hareketle organik ilişki kuran Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Bakü merkezli TKP’nin ülkeye giriş yapan genel sekreteri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi, Halk İştirakiyyun Fırkasının başındaki Tokat Milletvekili Nazım Beyin meclis tarafından içişleri bakanı seçilmesi sonrasında kriz yaratarak seçimin geçersiz sayılması gibi olayların tümü burjuva önderliğin bağımsız komünist bir önderliğin oluşumu girişimlerini ezmesinin çeşitli aşamalarıdır. Komünistlerin o dönemde üç farklı grup olarak kalmaları (İstanbul-Anakara-Bakü) ve Sovyetler Birliği’nin İngiliz tehdidi karşısında anti-emperyalist tutum alan burjuvaziyle ittifakı kendi amaçları açısından yeterli görmesi tarihin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynadı. 1919-1925 geniş evresi açısından bakıldığında ise Kürt halkının taleplerine dönük yaklaşımdaki açık dönüşümü izlemek de mümkündür. 1921 Anayasası bugün bile üniversitelerin anayasa hukuk kürsüleri tarafından susuş kumkumasıyla karşılanacak, görmezden gelinecek kadar ademi merkeziyetçi ve Cumhuriyetin 1924 sonrasında şekillenen doğasına aykırı bir metindir. Metinde yerel demokrasiye ve şuralara açılan geniş alan aslında hangi etkiler altında yazıldığını açıkça ortaya koymaktadır. 1924 sonrasında bu metnin tam anlamıyla mezara gömülmesi Cumhuriyet’in demokratik bir içerik kazanamamasının ve giderek çürümesinin de gerekçelerini üretmiştir.
“Cumhuriyet burjuvazisinin özellikle geçmiş ve dışarıyla olan mücadele yıllarına yani 1919 ve 1923 senelerine has olan ideoloji, mücadele ideolojisidir. Bu başlıca iki şeyle kopuşma ideolojisidir: Meşrutiyet burjuvazisi ile kopuşmak, emperyalizm ile kopuşmak… Olumlu yönü de Cumhuriyet burjuvazisinin açıkça uluslararası proletarya ile ve özellikle de Sovyetler Birliği ile tutuşmasıdır.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e, s.87)
Sungur Savran “Bir ihtilal olarak milli mücadele” isimli etkili çalışmasında 1923 burjuva devriminin bu yanını fazla hafife alıyor. Devrimi yürüten burjuva devrimciler kategorik olarak emperyalizm düşmanı değillerdi ancak dünyanın ilk proletarya devriminin Anadolu-Kafkasya hattından emperyalizme kendisini güvende hissedebilmesi açısından bir rol oynadılar ve bu rolü oynarken de “gerekirse Bolşevik de oluruz” noktasına da geldiler. Kendi bilinçleri değil proletarya devriminin gücü bunu onlara söyletti. Ancak statüko oluşur oluşmaz da sınıfsal gerçeklerinin dikte ettiği noktaya yerleştiler. İzmir İktisat Kongresi’ne katılan (Azeri yetkili Abilov’u saymazsak) tek büyükelçi Sovyet temsilcisi Aralov salondaki tabloyu görünce durumun yanlış anlamalara mahal vermeyecek kadar açık olduğunu görebilmişti. “Geniş emekçi kitlelerinin -köylüler, zanaatkarlar- Mustafa Kemal’den büyük umutları vardı. Onun toprak dağıtmasını, emekçilerin yaşamını kolaylaştırmasını bekliyorlardı. Ama bu umutlar yerine gelemedi. Milli devrimden ve kurtuluş ordusunun askeri zaferlerinden kazanan sadece burjuvazi oldu.” (S.İ. Aralov, bir Sovyet diplomatının türkiye anıları, 1922-1923,s.228 İş Bankası Yayınları)
Anadolu burjuvazisiyle finans kapital arasında programatik bir konsensus arayışının damgasını vurduğu bu konjonktür kitlelerin burjuva muhalefete sırtını döndüğü özel olanaklarla dolu bir dönem de yaratıyor. Sosyalistlerin derli toplu bir ideolojik-politik çerçeveyle, etkili bir mücadele programını birleştirebildiği ve dikkat çekici birliktelikler oluşturabildiği koşullarda burjuva muhalefetin dağılmasını derinleştirecek ve kendi etki alanını geliştirecek alanlar bulma olanağı büyüktür. Bu kopuşan kitlelerin gündelik ideolojileriyle doğru temas kurabilmek oldukça önemlidir. Dindar bir işçinin sosyalizme ve mücadeleye kazanılması inançları açısından nasıl özenli bir çaba gerektiriyorsa benzer bir durum Kemalist bir orta sınıf plaza işçisi açısından da geçerlidir. Bu özen güçlü bir tarihsel donanım ve tutarlı bir ideolojik yaklaşımla desteklenebilirse çok geniş kesimlerin burjuvazinin şu veya bu fraksiyonunun hegemonyasından kurtarılması mümkün olabilir. Teorik ve tarihsel olanla politik bir biçimde, güncelin ihtiyaçları çerçevesinde etkileşebilmek önemli bir beceridir.