Faşizmle anayasa müzakeresi olmaz
M. Sinan Mert yazdı: Saray Rejimi, adıyla sanıyla 12 Eylül’ün çocuğudur, onun en anlaşılabilir ürünüdür. Saray rejimi ile 12 Eylül arasında bir çelişki yoktur, süreklilik vardır.
Kendisi 12 Eylül’ün ürünü olarak değerlendirilebilecek Saray Rejimi, seçimler sonrasında yeni anayasa gündemiyle ve “geçmişin prangalarından kurtulmak” propagandasıyla neyi amaçlamaktadır?
Bugün siyasal İslam’ın denetlediği geniş kitlesel ağlar şemsiyesi altında inşa edilen faşist rejimin, 12 Eylül’ün hedeflediği politik atmosferi yaratmayı başardığı inkâr edilemez. İşçi sınıfının politik olarak felç edildiği, sendikal örgütlenmelerin devletten özerkliklerinin giderek zayıfladığı ve devlet destekli sendikaların etkinliklerinin arttığı konjonktür AKP’nin iktidara gelmesi sonrasında giderek derinleşti. Oysa 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerçekleşmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden çok ciddi bir sınıf hareketi ülke gündemine damgasını vurmuş, 1991’deki büyük Zonguldak Yürüyüşü ise hükümet devirecek kadar etkili olacak bir politik etki yaratmıştı. 1990’ların ikinci yarısından itibaren siyasal İslam’ın öncelikle varoşlarda prekarya, sonrasında da özelleştirmeler ve kırların muazzam bir hızla kentlere boşalması sonrasında proletarya üzerinde kurmayı başardığı hegemonya kimi dönemlerde sarsıntılar yaşanmış olsa da büyük oranda korundu. İşçi sınıfının böylesi bir politik büyülenme altında tutulabilmesi faşist rejimin en önemli payandasını oluşturuyor.
Yine bugün AKP’nin arkasındaki sermaye gruplarının da 12 Eylül sonrası uygulanan ihracata dayalı kalkınma modelinin hızla büyüttüğü yapılar olduğu açıktır. 12 Eylül öncesi uygulanan ithal ikameci model, devlet ile finans kapital arasında dönen bir ekonomik yapı inşa etmişti. İhracata dayalı kalkınma ve dışa açılma ise daha sonra Anadolu Kaplanları adı verilecek sermaye gruplarının devlet denetimi dışındaki alanlarda semirmesini mümkün kıldı. Siyasal İslam’ın 1990’ların ikinci yarısından itibaren giriştiği devleti ele geçirme hamlesi, bu sermaye çevrelerinin devleti kendi sermaye birikim süreçlerinde daha etkin bir biçimde kullanma arayışlarının bir ürünüydü.
Bürokrasinin tarikatlar arasında pay edilmesi de 12 Eylül sonrasında hızlanan bir uygulama olarak not edilmeli. Bugün tarikatların holdingleşmesi ve bürokrasi içindeki bağlantılarını sermaye biriktirme ve kadro temininin sürekliliğini sağlama amacıyla kullanıyor olmalarının izlerini de 12 Eylül’e kadar rahatlıkla takip edebiliriz. Bu sürecin bir noktasında ordu, polis ve MİT içinde örgütlü olan bir tarikatın kendisine düşman ettiği diğer tarikatların koalisyon halinde desteklediği Erdoğan’a karşı darbe girişiminde bulunması da akıldan çıkarılmamalı.
12 Eylül Cumhurbaşkanı’nın merkezinde olduğu ve giderek güçlenmiş bir yürütme eliyle yönetilen bir devlet modeli öngörüyordu. 2018 çalıntı referandumu sonrasında inşa edilen başkanlık rejimini bu öngörünün bir sonucu olarak görmek mümkündür. Bugün eğitim sisteminde yaşanan dinselleşmenin de 12 Eylül sonrasında din derslerinin zorunlu hale gelmesiyle çok önemli bir momentum kazandığını hatırlıyoruz. Askeri rejimin salt zorla yönetmeye çalıştığı ve büyümesine engel olamadığı için de sınırlı meşruiyetini de kaybetmesine yol açan Kürt halkının özgürlük mücadelesi de siyasal İslam eliyle rıza faktörünü de güçlü bir biçimde değerlendirebilen yöntemlerle kontrol edilmeye çalışılıyor. Kemalist rejimin de Kürt halkını dini yapıları da kullanarak denetlemeye çalışmış olması da Saray rejiminin bağ kurabileceği geniş kesimlerin tarihsel varlığına işaret ediyor.
Dolayısıyla Saray Rejimi, adıyla sanıyla 12 Eylül’ün çocuğudur, onun en anlaşılabilir ürünüdür. Saray rejimi ile 12 Eylül arasında bir çelişki yoktur, süreklilik vardır. Erdoğan’ın anayasa girişimi öncelikle CHP’nin marifetiyle Meclis’e dolan eski AKP’li vekilleri yedeklemeyi, burjuva muhalefet içindeki parçalanmayı derinleştirmeyi, demokratik muhalefet içindeki kimi çevrelerin de kafasını karıştırmayı hedeflemektedir.
Anayasalar var olan toplumsal güç dengelerini yazılı ve kurumsal devlet mimarisine işleyen metinlerdir. Şu aşamadaki güç dengelerinden faşizmin anayasası dışında bir ürün beklenemez.
Bu ülkede var olan anayasa bile fiilen askıya rahatlıkla alınabilmektedir. En son Gezi Davası kararları da bu anayasasızlaşma halinin bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Ülkede hüküm süren demokrasi noksanlığı anayasanın içeriğinden kaynaklanmamaktadır. Neyin suç olduğunu hukuk değil Saray belirlemektedir. Devrimci-demokratik muhalefetin kafasına silah dayanmışken anayasa değişikliği önerisine “bir getirsinler bakalım içeriğine göre değerlendiririz” diyebilme lüksü bulunmamaktadır. Demokratik kamuoyunun oluşması için gereken özgürlüklerin tamamı askıya alınmışken müzakere sürecine dahil olmak faşizmin hık deyicisi durumuna düşürür. Saray’ın anayasa oyununa icabet etmek her açıdan geniş halk yığınlarındaki umutsuzluğu ve yalnız bırakılmışlık hissini besleyecektir.
Saray’ın seçim sonrası makyajlarından olası bir “göreli demokratikleşme” bekleyebilmek, “ülkeye sermaye getirebilmek için hukukun üstünlüğüne ihtiyaçları var” gibi lakırdılara hak verebilmek mümkün değildir. Bunlar politik okuma yanlışının ötesinde derin bir özgüven kaybına işaret eden politik-psikolojik ölçekte değerlendirilmesi gereken argümanlardır. Burjuva muhalefetin çözüldüğü koşullarda halkın kendi özgücünü büyütmek iradesi göstermesinin öncesinde iktidar çevreleri bu beklentileri yükseltmek için ellerinden geleni yapıyor ve asla bu tuzağa düşülmemelidir.
Halkın kendi planıyla harekete geçmesi, bu kafa karışıklıklarının yarattığı sis bulutunun dağılması için gereken rüzgârı üretecektir.