Yüz yılda nereye gelindi?
Bugünden bakılırsa yüz yılda ortaya bir sentez çıkmamış, oldukça istikrarlı sınırlarla üç “cumhuriyet” şekillenmiştir. Cumhuriyet yarım asır önce sosyal gelişimin yükselişini göze alamayınca yüzüncü yılında siyasal İslam’ın karanlığında bocalıyor.
MEHMET YILMAZER
Cumhuriyetin yüzüncü yılında Türkiye yeni bir dönüm noktasına geldi. Aslında böyle dönüm noktalarını Türkiye sık sık yaşıyor. AKP yılları henüz başlamadan 20. yüzyılın son günlerinde ülke “AB’nin aile fotoğrafına” girebildiği için sevinç içindeydi. Helsinki’de Ecevit “büyük ilgi görmüş”; AB yolu belki de nihayet Türkiye’ye açılmıştı. Bu haber neredeyse II. Meşrutiyet şenlikleri gibi bir coşku ve beklenti yarattı. Ülkeye nihayet “demokrasi” gelecekti.
Aradan yirmi yıldan biraz fazla zaman geçti; şimdi de Türkiye “yeni faşizmin” nasıl güçlenmekte olduğunu tartışıyor. AKP’li yılların başında “ileri demokrasi” gibi pek çok siyasi kavram havalarda uçuştu, 21. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde büyük bir hesaplaşmanın yaşanacağı düşünülen seçimden bir kez daha Erdoğan çıktı.
Cumhuriyet kurulurken koptuğu, bir anlamda kopmak zorunda olduğu ideolojik zemine yüz yıl sonra geri dönmüş görünüyor. Bu dönüş önemlidir. Elbette ortada basit bir eskinin tekrarı yoktur, zaten olamaz da. Ancak nasıl bu noktaya gelindiği sorusunun cevabında belli ölçüde geleceğin de ipuçları bulunabilir.
Ülke 21. yüzyılın başında önemli değişimlere gebe durumdaydı ve bir kavşak noktasında sancıdan kıvranıyordu. O güne kadar düşe kalka gelmiş egemenlik sistemi artık yürümüyordu. Egemen siyaset “merkez sağ” dağılmış, erozyona uğramış yeni bir doğumun eşiğindeydi. Yeni bir egemenlik sistemi inşa edilmek zorundaydı. Bu, kendini günlük politikada kurulup dağılan koalisyonlar, hatta ortaya çıkıp sonra kaybolan siyasi partiler biçiminde gösteriyordu. Cumhuriyetin egemenlik sisteminde böyle krizli günler ruh çağırır gibi askeri darbeleri çağırmıştır. Ancak bu kez durum oldukça farklıydı. 12 Eylül’le gelen ordu bir daha bir türlü kışlasına dönemediği için darbe sistematiği değişmişti. Bunun başka biçimde bir işleyişi 28 Şubat 1997’de yaşandı. Siyasal İslam’ın Erbakan liderliğinde koalisyon ortağı olduğu yıllarda 28 Şubat muhtırası çıkageldi. Darbe işleyişinde hem zaman aralığı sapmış hem de alışıldık büyük güç uygulaması yerine tanklarla bir geçit yapılarak gücün kendisi değil, gölgesi sokağa çıkarılmıştır.
“Öldürmeyen saldırı güçlendirir” deyişine uygun olarak 28 Şubat, siyasal İslam’ı sarsmakla birlikte onu aynı zamanda güçlendirmiştir. Artık kritik bir noktaya gelinmişti. Ne eski bildik yollardan gidilebiliyordu ne de böyle günlere yön veren derin devlet eski gücüne sahipti. Derin devletin aklı oldukça karışıktı.
AKP’yi iktidara taşıyan koşullara bakmak aslında cumhuriyetin tıkanmasının da hikayesidir. Cumhuriyetin başta koptuğu siyasal İslam’la yeniden buluşması onun bir anlamda kendini inkarı anlamına geliyordu. Ancak bu inkar hangi derinlikte gerçekleşmiştir? Bunun için tarihe kısaca bakmak gerekiyor. Uzatmadan bazı ana dönüm noktalarına değinelim.
Kemalizm’in tükeniş hikayesi
İdeolojilerin ölümünden cumhuriyet de payına düşeni aldı. Kurucu ideoloji çürüdü, ancak yerine gelen sistemi ayakta tutmaya yetecek mi? Bu sorunun henüz açık bir cevabı yok. Kemalizm cumhuriyetin kuruluş döneminde başlıca üç temele dayandı. “Sınıfsız bir toplum yaratmak”; çökmüş ekonomiyi “devletçilikle” ayağa kaldırmak; Osmanlı’nın bakiyesinden bir ulus yaratmak, bunun da karşılığı “ne mutlu Türküm diyene” oldu. Bu yolda atılan adımlar hedeflerle uyumluydu. Tekke ve zaviyeler kapatılmış, Kürt isyanları bastırılmış, Ankara bir yandan Sovyetlerle iyi geçinirken diğer yandan komünist hareketi tasfiye etmiştir.
Bu çıkış noktası henüz cılız olan burjuvazinin çıkarlarına ve dönemin koşullarına uygundu. Kapitalizmi geliştirmeyi hedeflemiş olan Kemalizm, aynı zamanda kendini ayakta tutan sütunları da zayıflatıyordu: sınıflar iyice şekillenirken başlangıçta sermaye birikim şekli olan devletçilik bizzat sermayenin birikmesinin önünde engel haline geliyordu. Bu büyük kriz tek parti dönemden çok partili döneme geçişle çözülmeye çalışıldı. Palazlanan burjuvazi Menderes ve DP liderliğinde “hürriyet” şiarıyla yola çıkmasına rağmen çok geçmeden işi CHP’nin kapatılma girişimine kadar götürdü. Erdoğan’ın “ileri demokrasi” kavramını sık sık kulladığını hatırlayalım. Ancak bir süre sonra demokrasinin hedefe varmak için bir araç olduğunu da açıkça belirtmişti.
Kemalizm’in erozyona uğramasının esas nedeni kapitalizmin kaçınılmaz gelişimi, sınıfların kendi renkleriyle siyaset arenasında yerlerini almalarıdır. Burjuvazinin çok cılız olduğu cumhuriyetin kuruluş günleri ile sonrası elbette çok farklı olacaktı. Ancak onun tükenişi çok farklı yoldan gelişir. 1960’lar sonrası devrimci hareketin yükselip yaygınlaşması onun sonunu getiren esas neden oldu. Önce 1960’lar sonrası devrimci hareket, 1970’lerin sonlarından itibaren de Kürt özgürlük hareketinin kendini ortaya koyması devleti ve egemen sınıfları siyasal İslam’ın yolunu açmaya itti. Böylece devrimci gelişmeleri engelleyeceğini düşünen egemenler sonunda kendilerini siyasal İslam’ın gittikçe yükselen dalgasının ardından koşarken buldular. 12 Eylül askeri darbesi Kenan Evren’in dualarıyla siyasal İslam’ın yolunu açtı; sonra 28 Şubat 1997’de gidişe bir fren yapmayı denediyse de fayda etmedi. Bu hikaye AKP parti iktidarıyla başka bir aşamaya sıçradı. Milli Görüş gömleğini çıkardığını söyleyen AKP iktidar olurken 1946’lar sonrası gelişen ve egemen siyasal akım olan merkez sağ siyaset sahnesinden siliniyordu.
Kemalizm’in tükenişinde rol oynayan bir pratik olguyu da vurgulamak gerekiyor. Ordu on yıl aralarla kışlasından çıkıp sivil siyaseti dizayn ettikten sonra kışlasına geri dönmüştür. Ancak 12 Eylül sonrası süreç böyle işlememiştir. Faşist darbe ile sistem kendini onarırken bunun için diğer darbelerde olduğu gibi üç dört yıllık bir aralık yetmemiştir. Özal’ın uygulayıcısı olduğu neoliberal politikalar büyük bir hızla işçi ve halk hareketlerinin yükselişine neden olmuştur. 80’li yılların ortaları yoğun kitle eylemlilikleriyle doludur. Aynı yıllar Kürt özgürlük hareketinin güçlü bir şekilde kendini ortaya koyduğu yıllardır. Bütün bu gelişmeler sadece “sivil siyasete” bırakılamazdı. Bu nedenle 80 sonrası sivil siyaset çok yoğun bir şekilde Milli Güvenlik Konseyi denetiminde yürümüştür. Sonuç olarak hem ordu hem de MGK çemberinde kalan sivil siyaset 90’lı yıllar boyunca iyice yıpranmıştır. “Kışlasına geri dönemeyen” asker ve MGK çemberinde siyaset yapan siviller 1990’ların sonunda artık kendilerini toparlayamayacak ölçüde yıpranmışlardı.
Cezaevi baskınları, Öcalan’ın yakalanması ve ekonomik krizin Kemal Derviş eliyle aşılması yeni bir siyasal dönemin açılışının habercileriydi. Bu anlamda AKP tarihin ona tanıdığı büyük bir şansla ekonomik ve siyasi olarak yapılmış bir arazi temizliği üzerine iktidara gelmiştir.
1990’ların sonunda iyice yıpranan ordu ve merkez sağ aslında düzen için önemli bir görevi yerine getirmişlerdi. Bu, onların yıpranması pahasına olsa da sonuç olarak düzen kazanıyordu: devrimci hareket ile Kürt özgürlük hareketinin düzeni yıkıma götürebilecek ittifakı engellenmişti. Türkiye devrimci hareketi 12 Eylül sonrası kimi yükselişlere rağmen inişe geçerken Kürt özgürlük hareketi özelikle 80’lerin ortasından itibaren güçleniyordu. Güçlerin buluşması hem tarihsel hem de ideolojik nedenlerle gerçekleşmedi. Kemalizm ve merkez sağ iyice yıpranırken düzene karşı en büyük tehdit olan halkların ittifakı engelleniyordu. Düzene tehdit olan bu buluşmanın engellenmesi için halklar arasında hala etkileri güçlü bir şekilde varolmaya devam eden şovenizm duvarı inşa edilmiştir. Son seçimlerde bile bu zehirli bilinç halkların buluşmasını önemli ölçüde engelleyebilmiştir.
Düzene yönelen tehdidi hafifleten iki dış etkenden de söz etmek gerekir. En önemlisi sosyalist sistemin yıkılışıdır; diğeri ise küreselleşme ve neoliberalizm çığlıklarıyla kapitalizmin itibarını kısmen onarabilmesidir.
Siyasal İslam’ın yükselişi ve tıkanışı
Siyasal İslam sosyal yaşamda ve siyasette hep olagelmiştir. Ancak onun “merkez sağ” partilerin içinden kendi kimliğiyle ayrılması 1970’li yıllarda yaşanmıştır. Önce Milli Nizam Partisi, 12 Mart tarafından kapatılınca Milli Selamet Partisi olarak ortaya çıkması 1972 sonrasıdır. Yine kapatılınca Refah Partisi olarak devam etmiş ve 1994 seçimlerinde İstanbul belediyesini kazanmış; 1995 genel seçimlerinde ise birinci parti olmuştur. 1990 yılında da MÜSİAD’ın kurulduğu hatırlansın.
TÜSİAD 12 Mart askeri darbesinden hemen sonra 1971 yılında kurulmuştur; MÜSİAD’ın doğumu için yirmi yıl gerekmiştir. “Anadolu kaplanları” veya “yeşil sermaye” gibi isimler alsa da finans kapital dışındaki palazlanan sermayeyi temsil etmektedirler. Türkiye’de kapitalizmin gelişimine bakılınca egemen zümre finans kapitaldir. Üstelik bu tekelci azınlık Osmanlı’nın son yıllarından beri varolagelmiştir. Anadolu’da yaygın tefeci bezirgan sermaye tek parti yıllarında “İstanbul sermayesi”nin “Anadolu bayileri” seviyesindeydi. Zamanla roller farklılaşmaya başladı. Finans kapital, Cumhuriyetin egemen zümresi her darbede orduya Vehbi Koç aracılığıyla yön gösteren, krizlerde Anadolu sermayesi üzerinden kendi birikimini garanti altına alan bir durumdaydı. Kapitalizm yaygınlaştıkça sınıf ve tabakaların yapısında da değişimler yaşandı. Uluslararası sermaye ile iç içe olan finans kapital devlet eliyle beslenip büyütülürken “Anadolu bayileri” hep krizlerin kurbanı oluyordu. Bu tablo siyasal İslam’ın 1970’ler sonrası ayrı bir siyasal yapıya dönüşmesi ve 1990’da MÜSİAD’ın kuruluşuyla birlikte geri dönülmez bir değişime girmiştir.
Erbakan 12 Eylül’de İzmir Uzunada’da tutulurken Kenan Evren siyasal İslam için bütün yolları açıyordu.
Yeşil sermaye finans kapitalin Anadolu’daki bayilerinden öteye gitmeye başladıkça kendi kültürünü de yaratmıştır. “Bu konudaki makalelerde, İslami iş hayatının betimlenmesinde peygamber zamanında Medine pazarında geçerli olan kurallara atıfta bulunulduğunu görürüz. Devletin vergilendirme ve fiyat kontrolü yoluyla müdahelesinin reddi (“asla vergi alınmayacaktır” ve “fiyatları Allah belirleyecektir”), ayrıca serbest rekabete bağlılık da (“kimse pazarın herhangi bir yerine el koymayacak ya da burada tekel kurmayacaktır”) bu kuralların altında yatan ilkelerden bazılarıdır.” (Mustafa Özel, “Medine Pazarından MÜSİAD’a”; aktaran Ayşe Buğra, Türkiye’de Yeni Kapitalizm; s.195)
Vergiye karşı çıkan, fiyatları Allahın belirlediğine inanan tekele karşı bu yeşil sermaye aslında her yeni sermaye birikiminin yaşandığı yerde ortaya çıkan bir olgulardır. “Bu kişilere göre vergiler hükümet tarafından çoğunlukla devlet borçlarının faizinin ödenmesinde kullanılıyordu. Mülakat yaptıklarımız, pek çok Müslüman işadamının vergiden kaçmak için enformel ekonomi alanında çalıştığını kabul ediyordu.” (Ayşe Buğra; a.y.; s.197) Diyanet İşleri başkanının “fiyatları Allahın belirlediği” yollu sözleri hatırlansın. Ayrıca görevden alınan eski Kızılay başkanının “vergiden kaçınmayı” öven tavrı da hatırlardadır.
Kemalizm’in sınıfsız toplum yaratma isteğinin benzeri siyasal İslam’da da vardır. “1990’larda MÜSİAD’ın Konya şubesini kuran kişinin özlü ifadesiyle, “Hakiki İslam yolunu takip ederek servet edinenler bir sınıf oluşturmazlar; kişisel zenginlik başka insanları ezmek için kullanıldığında sınıf ortaya çıkar ve bu bizim inancımızın reddettiği bir şeydir.” (Ayşe Buğra; a.y.; s.197) Yeşil sermaye böyle yola çıktıktan sonra hızla bugünlere geldi. “Hakiki İslam yoluna” kim ya da hangi kurum karar verecekti? Aslında keyfileşmenin bütün yolları açılıyordu.
Siyasal İslam sosyal ve ekonomik alanda yerini sağlamlaştırırken orduda da Gülen cemaatinin güçlenmesi Kemalizm’in ne ölçüde çürüdüğünün en sağlam kanıtıdır. Savaş sanatını icra edecek kurmayların bir tarikatın çerçevesine sığması ilginçtir. Öte yandan Ergenekon davaları sırasında uygulanan sahtekarlıklar geçmiş bir hikayenin kopyası gibidir. Kemalist derin devlet hedefine varmak için ne yaptıysa çok daha gelişkinini Gülen cemaati kendi rakibine yapmıştır. Bu sözde mücadeleyle en baştan yeni bir bataklığın inşa edildiğini gösteriyor. Ardından gelen olaylar bunu fazlasıyla doğrulamıştır.
Siyasal İslam’ın gücünün artmasında yakın tarihin en önemli gelişmesi şüphesiz AKP iktidarının özellikle inşaat yoluyla hızlı sermaye birikimidir. “İstanbul sermayesini” tasfiye etmek elbette Erdoğan’ın yüreğinden geçse de aklı buna izin vermezdi. Özellikle 2008 krizi sonrası hemen her yol kullanılarak siyasal İslam sermaye birikimini çok hızlandırmıştır. Bu pervasız soygun 17-25 Aralık 2013’de patlak verdi. Bu tarih aynı zamanda Gülen cemaatiyle iktidar paylaşımının sonuna gelindiği tarihtir. Bilinen hikayeleri tekrarlamak gerekli değil, ancak iktidarının ilk yıllarında Kemalizm’in yaptıklarına karşı attığı adımlarla itibar kazanan iktidar, 2013 sonrası dünyanın akçeli işlerine bulaştıkça büyüsü bozulmuştur. 15 Temmuz 2016 darbesi ve sonrası bulanık görünen siyasal İslam döneminin renkleri oldukça netleşmiştir. Erdoğan’ın bu darbeyi “Allahın bir lütfu” olarak nitelemesi boşuna değildir. Büyü bozulurken zorun rolü artmaya başlamış; iş gelip başkanlık rejimine kadar dayanmıştır.
Dolmabahçe mutabakatının bozulmasından sonra hemen her seçimde ortaya çıkan tablo ilginçtir. Bu tablo siyasal İslam’ın, düzenin ideolojik çimentosu olmaya başlamasıyla ortaya çıkan niteliklerini en çarpıcı biçimde sergilemektedir. Haritayı önünüze aldığınızda farklı renklerde “üç cumhuriyet” in şekillendiği görülüyor: doğuda Kürdistan, orta Anadolu’da siyasal İslam cumhuriyeti; kıyılar ve batıda laik Cumhuriyet!
Seçimlerle ortaya çıkan harita Kemalizm’in birleştirici çimento olamadığının en açık tablosudur. Ancak siyasal İslam da birleştirici bir rol oynamak bir yana Cumhuriyeti daha keskin sınırlarla üç bölgeye ayırmıştır. Bugünden bakılırsa yüz yılda ortaya bir sentez çıkmamış, oldukça istikrarlı sınırlarla üç “cumhuriyet” şekillenmiştir.
Ne Kürt isyanlarının bastırılmasıyla sorun çözülmüş; ne de tekke ve zaviyeler kapatılarak “irtica sorunu” çözümlenmiştir. Laik cumhuriyet kıyılara sıkışmıştır. Bu tablo yüz yılın hesabının en açık ifadesidir.
Siyasal İslam, Kemalizm’i tasfiye etmek için her yolu mubah görünce ortaya kendi ölçülerinde ve istikrarlı bir rejim çıkmadı, tam tersine keyfiliğin zirvelerinde dolaşan tüm kurumların bozulduğu bir kaos ortamı ortaya çıktı. Son seçimlerin kazanılmasıyla, tek adamın iktidarının güçlenmiş görünmesi bir yönüyle aldatıcıdır. Kemalizm’den siyasal İslam’a yol alınırken ekonomik, sosyal ve kurumsal olarak çok dağınık bir yapı ortaya çıkmıştır. Faşizme doğru yol alınıyor olsa da bu temel üzerinde bir düzenin tutunması mümkün değildir. Dolgu zemine bina inşaatı gibi her sarsıntıda zemin sıvılaşabilir .
Bu keyfileşmenin en açık işareti son yıllarda düzenin adeta bir kara kurumu haline gelen mafyanın geldiği seviyedir. Son operasyonların Türkiye’nin “gri listeden” çıkması için yapıldığı söylentileri yüksek.
Öte yandan, bugünün diğer önemli özelliği ekonominin geldiği tıkanma noktasıdır. Kapitalizm neoliberalizmle yeni bir gelişme yakaladığını sandı. Ancak bu gidiş üretimden kopuk spekülasyona dayalı bir ekonomi yarattı. Kapitalizm, neoliberalizm ve küreselleşmeyle çürüme sürecine girdi. Çürüme kavramının içinde aslında birbirine karşıt iki kutup bulunuyor. Bir yanda yüksek teknikle yapay zekaya varan adımlar atılırken öte yandan üretimden kopuk devasa finans kaynaklarıyla spekülasyon, günümüz kapitalizminin en belirgin özelliği haline geldi. Ekonomi spekülasyon üzerine yürürken yeni teknik gelişmeler bu spekülatif yağma düzeninin gücünü arttırdığı için “gelişme” aynı zamanda insanlık için bir tehdit haline geliyor. Bizde ise teknik gelişmenin tehdidi dışardan gelirken içeride ranta ve spekülasyona dayalı bir ekonomi her şeyi kendi zehri ile inmelendiriyor. Siyaset esas olarak bu çember içinde sürüp gittiği için değerlerden yoksun çürüyen bir yapıya dönüşmüştür.
Bir yanda üretim yerine spekülasyonla, bizdeki karşılığı enflasyon ve rantla, büyüyen ekonominin beslediği çok küçük azınlık ; diğer yanda her gün yoksullaşan geniş bir kitle üzerine politika yapılınca ortaya kaçınılmaz bir şekilde yalan ve komploya dayanan siyaset çıkıyor. “Nass”larla büyük soygunlar örtülürken yoksulların öfkesine set çekebilmek için geniş bir sadaka toplumu yaratıldı.
20 milyonun üzerinde insan bir biçimde “yardım” alıyor. Aldığı yardımı yitirmenin korkusuyla inmelendirilen kitleler bu yağma düzenini sırtında taşımaya devam ediyor.
Bu öylesine bir açmaz ki iktidar, gücü ile bunları uygularken muhalefete kalan iktidara gelince daha fazlasını vadetmek oluyor. Bu kısır döngü gerçeğin nerede olduğunu görünmez hale getiriyor.
Siyasal İslam’dan sonrası
Kemalizm, 12 Mart’ın lideri Memduh Tağmaç’ın dediği gibi: “Türkiye’de sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi geçti” düşüncesiyle davrandı. Bu anlayış 12 Eylül ve sonrasına kadar sürdü. “Sosyal gelişme” geriletilmeliydi. Siyasal İslam bu rolü hakkıyla yerine getirdi. Öyle bir döneme gelindi ki, sözde manevi değerlerin en yükseklerde tutulduğu bir dönemde hiç olmadık ölçüde toplumsal bir yozlaşma yaşanıyor.
Yoksulluk yozlaştırır.
Siyasal İslam kasaba kültürünü yüceltiyor. Modern örgütlenmeler şeytanlaştırılırken kasaba kültürünün ürünü tarikatlar yüceltiliyor. Böylece ekonomik gelişmeden öteye giden sosyal gelişmeler köreltiliyor. Bu arada çok küçük bir azınlık musluğun başını tutarken yoksullaşan yığınlara sadakaya razı olmaları öğütleniyor. Kemalizm ileri giden sosyal gelişmeyi durdurma noktasına geldiğinde artık kendisinin de sonunu hazırlamış oluyordu.
Siyasal İslam sosyal gelişmeyi engellemek için en iyi araç olarak rolünü üstlendi. Bu gidişe toplumdan bir kez Gezi isyanıyla büyük bir tepki yükseldi; o dalga geri çekilince 7 Haziran seçimleriyle bir büyük dalga daha yükseldi. Ardından Kürt kentlerinde “özerklik ilanları”na karşı devletin başlattığı “çöktürme” planıyla bu yükselen dalga kırıldı. “Sosyal gelişme”kendini toparlamaya çalışsa da son seçimlerin gösterdiği gibi Cumhur ittifakını geriletecek kadar güçlenemedi.
Kemalizm yıllarca “irticanın geriletilmesi için” İslami değerleri, onun yaşam tarzını küçümsemişti. AKP iktidarıyla bu “itilip kakılmaya” son verildi. Bundan da öteye Cumhuriyetin elitlerinden çekmiş olan kitlelerin yaralanmış ruhunu onarmak için açık bir “aydın düşmanlığı” kışkırtılıyor. Bu, kendini öğretmenlerin, mühendislerin, doktorların aşağılanmasında ortaya koyuyor. Siyasal İslam’ın yarattığı mahalli baskısının sonucu “boşuna mı okuduk!” kampanyası oldu. Son üç dört yıldır çok açık hale gelen beyin göçü düzenin geldiği noktayı gösteriyor.
Üniversiteleri çürütme adımları aralıksız atılıyor. Askeri darbelerde devrimciler dışarı göçmek zorunda kalırdı; artık siyasal İslam’ın karanlığında gelecek görmeyen aydınlar, gençler ülkeyi terkediyorlar. Ülkenin gelecek vadeden aklı göçüyor.
Sonuç olarak, siyasal İslam 12 Mart paşasının dediği gibi fazla ileri giden sosyal gelişmeyi geriletme rolünü askeri darbelerden devralarak kendi anlayışıyla sürdürüyor. Bunun toplumsal bedeli şimdilik yozlaşma ve çürümedir. Örgütlü bir toplum lanetlendi ve şeytanlaştırıldı, örgüt diye biat kültürünün egemen olduğu tarikatlar palazlandırılıyor. Cumhuriyet yarım asır önce sosyal gelişimin yükselişini göze alamayınca yüzüncü yılında siyasal İslam’ın karanlığında bocalıyor.
Bu bocalama, çok zorlu olsa da aynı zamanda yeni bir sentezin sancılarıdır.