Aleviler, şiddet ve ben
22 Haziran günü duruşması görülecek olan Sezgin Kartal, Marmara (Silivri) Cezaevinden yazdı: “2014’ün Eylül ayında iki gün Suruç’ta bulundum diye nasıl bir örgütün üyesi olabilirim? Aradan geçen dokuz yıl boyunca bu örgütle hiçbir temasım olmaz mı?”

Silahların gölgesinde siyasetin, kültürün, sanatın, bilimin gelişmesinin, toplumun bu şartlar altında yaşam bulmasının imkansızlığına inandım. Ve bugün “silahlı bir örgütün üyesi olma” iddiasıyla cezaevinde tutuluyorum.
Düşünce ve davranış arasında kopmaz bağlar vardır. Bu iki olgu birbirinden ayrıldığında ortaya şizofrenik, hastalıklı bir durum çıkar ki toplumumuzun karşı karşıya kaldığı hal vaziyet tam da budur. Kendimi bildim bileli işçilerin emeğinin hakkını aldığı, yoksulluğun konuşulmadığı, Alevilerin taleplerinin karşılandığı, inançların-kimliklerin bütün farklılıklarını zenginlik görüp aynı sofra etrafında buluşabildiği, siyasi rekabetin olduğu fakat şiddete ve kavgaya mahal verilmediği, insanlarımızın neşesinin de geleceğe dair umudunun da hep diri olduğu bir Türkiye özlemiyle hayatımı sürdürdüm.
Ne çok para kazanmak gibi bir derde düştüm ne de hak etmediğim bir kazanca sahip oldum. Haksızlığın bir parçası olma fikri bile beni hep dehşete düşürmüştür.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin “Eline, beline, diline sahip ol” düsturu bizim için temel yaşam ilkesidir. Alevi toplumunun bir parçası olmak, onun felsefesi, kültürü ve öğretisiyle büyümüş olmak “hak” kavramını her şeyin üzerinde tutmamda belirleyici olmuştur.
4 Nisan’da görülen duruşmamda da belirttiğim “Aleviler ve Şiddet” savunmam afaki bir güzeleme değil diyalektik bir olgudur. Alevilerin şiddete olan mesafesi tarihsel birikime dayalıdır.
Hep tartışılır, “Aleviler bunca haksızlığa uğramalarına, yaşadıkları katliamlara rağmen neden silahlı bir örgüt kurmuyorlar?”
Aleviler olarak şiddete ve silaha tevessül etmenin aynı oranda şiddeti ve çözümsüzlüğü -taraf ayırt etmeksizin- haksızlıkları doğuracağını savunduk. Yaşadığımız acıları dindirmenin, yenilerinin önüne geçmenin yolunun karşıt acılar yaratmaktan geçmediğini düşünüyoruz. Kaldı ki Alevi inancında kan dökmek, cana kıymak, hak yemek ya da haksızlığın tarafı olmak suç sayılır. O nedenle “Sevgi bizim dinimizdir” deyip şarkılarımızda, türkülerimizde, deyişlerimizde yaşamı ve barışı kutsadık. Bütün yaşantımı bu değerlerle şekillendirirken nasıl silaha tevessül edebilirim? Şimdiye kadar davranışımın düşüncelerimden, savunduğum değerlerden ayrılmamasına özen gösterdim.
Düşünebiliyor musunuz; iddia o ki illegal bir örgütün üyesiyim ama illegal yaşamıyor, göz önünde bulunuyor, şiddete ve silaha karşı bir duruş sergiliyorum. İllegal örgüt üyesiyim ama o örgütün çağrılarına, eylemlerine destek vermiyor; hiçbir örgüt üyesiyle bağlantı kurmuyorum. Bu nasıl örgüt üyeliği ki önderini kendime önder kabul etmiyorum!
Bıktık, Usandık, Haydi!
Uzun süredir ülkemizde herkesin başına bela edilen “PKK’lısın, terör örgütü üyesisin, teröristsin, fetöcüsün vb” yaftalaması günü kurtarmak için birilerince politik bir tercih olabilir ama toplumda yarattığı tahribat her açıdan tehlikelidir.
Terör de terör! İnsanları birbirine düşman eden, ötekileştiren, ülkenin neşesini, umutlarını, geleceğini kendi siyasi çıkarlarına, hırslarına kurban etmelerinden bıktık. Bir Alevi olarak Sünniyle, Türk olarak bir Kürtle, Ermeniyle, Çerkezle aynı sofraya oturabilmek, neşesine de derdine de ortak olmak istiyorum. İnanın bu imkansız değil! Sadece bir adım atalım haydi
Ben Gazeteciyim!
2014 yılında IŞİD sınırlarımıza kadar dayanıp Kobani’ye saldırdığında dünyanın gündemi haline gelmişti. Ulusal ve uluslararası basın Suruç sınırında aylarca adeta kamp kurmuştu. Sınır köylerine her gün yüzlerce insan gidiyor, sınırın öte yanında cereyan eden çatışmaları canlı canlı izliyordu.
Gazeteci olup da böyle bir olay, Suriye’den gelen savaş mağdurlarının yaşantısını yerinde gözlemlemeyen yoktur. Ben de o dönem Alevi kurumları dahil sivil toplum örgütlerinin sınırda yaptıkları kimi ziyaretleri takip etmiş; onlarla geri dönmüştüm. Kaldı ki sınırda karakollar bulunuyor, askerler sürekli araçlarla devriye atıyor ve nöbetlerle sınır sıkı kontrol altında tutuluyordu. Hatırlanacağı gibi o dönem Türkiye Kobani’den gelenlere sınır kapılarını açmış; peşmergelerin askeri konvoyunun YPG’ye destek için Kobani’ye geçişini sağlamıştı. Hatta yaralı YPG’lilerin Suruç Devlet Hastanesi’nde tedavi gördüğü, yaşamını yitirenlerin Suruç’ta bir mezarlığa defnedildiği biliniyor. Ayrıca bu örgütün yöneticilerinden Salih Müslim’in Ankara’da bürokrasiyle sürekli görüştüğü de o dönemin öne çıkan gelişmelerindendir. Zira Türkiye YPG’yi 2015 ortalarında çözüm süreci bitirildiğinde terör örgütü kapsamına aldı.
2014’ün Eylül ayında iki gün Suruç’ta bulundum diye nasıl bir örgütün üyesi olabilirim? Aradan geçen dokuz yıl boyunca bu örgütle hiçbir temasım olmaz mı?
TCK’da örgüt üyeliği açık ve net şekilde belirtilmişken, üyelik kriterlerinin hiçbirine uyup uymadığım gözetilmeden tutuklu yargılanıyorum. Asıl tuhaflık da sözde bana ait olan fotoğraf 2020’de Emniyet’in eline geçiyor ve Eylül ayında fotoğraftaki kişinin ben olduğum tespit ediliyor. Aradan geçen üç yıl boyunca ne ifadeye çağrıldım ne de hakkımda dava açıldı. Seçim arifesinde hediye operasyon değil mi? Evet, tarafsız bir gazeteci değilim. Tarafsızlığın aldatmaca olduğunu, güçlünün gücünü baskı aracı olarak kullanırken basını da haksızlıkları perdeleyen bir aparata dönüştürdüğünü düşünüyorum. Bugün halkın çıkarlarına, hakları elinden alınanların sesine öncelik veren basından söz edebilir miyiz? Gazetecilik, desteklediğin siyasi anlayış yerel yönetimlerde ya da iktidarda ise onu eleştirebilmek, mağdur ettiği kesimleri görünür kılabilmektir. Bugün basının üzerindeki baskı gazetecilerin bireysel meselesi değil, mağdur edilsin edilmesin bütün halkın temel sorunudur.
Gazeteciliğe başladığım günden bu yana yaptığım her haberi, yazdığım her yazıyı, her programı evrensel basın ilkeleri kriterleri ölçüsünde ele almaya çalıştım. Eksiğimiz, hatalarımız olmadı mı? Tabii ki oldu. Hatalarımdan ders çıkarmaya, her geçen gün etik ilkeler doğrultusunda kendimi geliştirmeye çalıştım. Bu bağlamda bitmeyen bir yolun başında olduğumun da farkındayım. Öğreniyoruz!
Seçime sayılı günler kala gazetecilerin şafak operasyonlarıyla gözaltına alınmasının, tutuklanmasının nedeni çok açık değil mi?
Sabah akşam yalan haber yapan, nefret ve ayrıştırıcı dil kullanan, halkı yanıltan, düşmanlaştıran yayınları kesintisiz sürdürenler hakkında en ufak bir soruşturma açılıyor mu?
Benimki de soru işte ?
Bir hikaye ile durumu özetleyeyim:
Çölde canhıraş koşan tilkiyi gören kervancılar merak eder ve peşinden yetişmeye çalışırlar. Tilkiye seslenen kervancılar; “Hayrola tilki kardeş, bu telaşın nedir? Az soluklan” derler. Tilki “Aman kervancı kardeş, meşgul etmeyin beni, bir an önce Küfe’ye varmalıyım. Küfeliler Ferman çıkarmış ‘Bütün develer her gün en az bir deve ağırlığında yük taşıyacaklar’ diye.” Kervancı başı “İyi de bundan sanane, sen deve değilsin ki!” diye tilkiyi sakinleştirmeye çalışmış. Tilki de “Öyle deme kervancı kardeş, ya biri benim deve olduğumu iddia ederse ben ne yaparım? Deve olmadığımı kanıtlayana kadar canım çıkar” demiş.
Ben de örgüt üyesi olmadığımı anlatmaya çalışırken özgürlüğümden yoksunum.