Geçmişten bugüne Demokrasi ve Cumhuriyet
Bugün yeryüzünde demokrasi olarak tanımlanabilecek tüm uygulamaların ve siyasi rejimlerin kökeninde sınıfsal mücadelelerin dönüştürebildiği kurumsal yapılar ve düzenlemeler mevcuttur. Siyasi kurumlar ve uygulamalar, siyasi aklın ürünü değildir, her toplumun organik krizlerinin sonucunda içinden geçmek zorunda kaldığı kritik kırılma anlarında (criticial junctures) ortaya çıkan siyasileşmiş sınıf mücadelelerinin tayin edici sonuçlarını depolayan, kayıt altına alan ve yeniden üretme görevini üstlenen yapılardır.
![](https://www.karsimahalle.org/wp-content/uploads/2023/01/civicspaceimage-1024x512.jpg)
Saray Rejimi’nin olağanüstü rejimini olağanlaştırmak için el yükselten saldırılarıyla seçim çalışmalarını hızlandırdığı koşullarda “Demokratik Cumhuriyet” politik önermesini hangi bağlamda ele alabiliriz?
Öncelikle “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramlarını sosyalist dünya görüşünün dışında değerlendiren apolitik tutumla aramıza mesafe koyarak başlayabilmeliyiz. Bir devlet biçimi olarak cumhuriyet, hanedanlıkla yönetilmeyen tüm egemenlik sistemlerinin ortak adı olarak ele alınabilir. Demokrasi ise bir siyasi rejim olarak toplumun kendisini yönetenleri seçebildiği, bunu olabildiğince özgür bir biçimde gerçekleştirebildiği, egemenliğin odağı olan devletin güçlü toplumsal örgütlenmelerle denetim altına alındığı, egemenliği elinde tutan sınıfın ya da fraksiyonun iktidarını belli oran ve ölçeklerde paylaşmak zorunda kaldığı, iktidarın keyfi uygulamalarının kurumsal ve anayasal bir çerçeveyle sınırlandırıldığı bir yönetim biçimidir.
Cumhuriyet ve demokrasi tarihsel olarak gerilim yüklü bir ilişki içerisinde olmuş iki kavramdır. İçlerinde doğup geliştikleri toplumsal bağlam, Antik Yunan ve Roma olduğu için bu gerilimi tarihsel olarak da izleyebilmek mümkündür. Platon’dan başlayarak Aristo, Seneca, Cicero karma anayasaya dayalı cumhuriyet geleneğinde demokrasi yoksul halkın iktidarıyla ve aşırılıkla eşitlenir, aristokratik ve monarşik öğelerle dengelenmesi gereken bir aşırılık olarak değerlendirilir. Halkın, yani iktidarın egemenlik odağından dışlanmışların özel mülkiyete ve egemenlik çekirdeğine müdahale etme riski büyük bir tehdit olarak algılanır, demokrasinin zorunlu sonucunun sakınılması gereken bir tiranlık-diktatörlük rejimi olacağından özgürlük ve eşitlik isteği bir aşırılık, dengelenmesi gereken bir anomali olarak değerlendirilir. Halkın iktidarı, tek kişinin ya da aristokrasinin kendi başına iktidarının karşısındaki kutuptur; erdemli olan bu iki kutbun arasındaki makul noktada var olmalıdır. Platon bu düşünceden teknokratik iktidarın atası olarak değerlendirilebilecek “filozof ve bilge kral yönetmelidir” ilkesine ulaşır. Halkın “aşırı” eşitlikçi arzuları us (kimin aklı?) ya da yasayla (kim tarafından yapılan yasalar?) denetim altına alınmalıdır. Hem Atina’da hem de Roma’da pleblerin ( ticaretle zenginleşen göçmenler) yoksul halkın desteğini alarak patricilerin (yerleşik, toprak sahibi eski yurttaşlar) geleneksel konumlarını dönüşüme zorlaması ve iktidar paylaşımını kurumsal bir biçimde geliştirmeleri demokrasi ve cumhuriyet tartışmalarının maddesini oluşturur. Demokrasinin temel dinamiği tarih boyunca sınıf savaşı olmuştur.
Bu gerçeğin hakkını en belirgin biçimde ilk kez veren ise Machiavelli’dir. Siyaseti bir etik tartışması olmaktan çıkarıp mücadele halindeki güçlerin yarattığı güç dengeleri üzerinden anlamlandırmaya çalışan Floransalı, özgürlüğün temelinin uyum ya da erdem değil çatışma ve çelişki olduğunu ortaya koyar. Ana malzemesi Roma’daki anayasal rejimin temeli ona göre halk ile soylular arasındaki sonu gelmeyen mücadelelerdir. Siyasi rejimler çatışmayı engellemeye çalışan yapılar inşa ederek yıkımlarının önüne geçemezler.
Burjuvazinin devrimci bir güç olarak davranabildiği 17. ve 18. Yüzyıllarda cumhuriyetçi gelenek demokrasiyle giderek yakınsayan bir hatta oturmuştu. Montesquieu da sonradan liberalizmin içini boşalttığı güçler ayrılığı ilkesini aslında ortak iyinin bir ideal olmadığını, kamusal çıkara ancak siyasal çatışma ve iktidar paylaşımı aracılığıyla varılabileceğinin altını çizmek için ortaya atmıştı. Ancak henüz kendisini Tiers Etat’dan (burjuvazi)den ayrıştıramayan işçi sınıfı ve köylülük bu siyasal çatışmanın temel öğeleri arasında görülmüyordu. Eski Yunan’da hüküm sürmüş olan yurttaşlar dışında çok geniş kesimlerin siyasi süreç dışında tutulması geleneği devam ediyordu. Bazı solcu arkadaşlarımızın yere göğe koyamadığı Aydınlanma’nın filozofu Kant, “ekonomik bağımlılık” içindeki kişileri pasif yurttaş olarak değerlendirmekteydi. Anayasal rejim, egemen sınıfların kendi içlerindeki çelişkileri iktidar paylaşımı (güçler ayrılığı) yöntemiyle çözmenin hukuki çerçevesiydi, aralarındaki çelişkiler halkın siyasal katılımını engelleme noktasında uzlaşmaya dönüşüyordu. Cumhuriyetçi düşüncenin en radikal ismi ve jakobenlerin düşünsel önderi Jean Jacques Rousseau ise çok güçlü bir temsili demokrasi düşmanıydı ve halkın yasaların doğrudan kendi eliyle yapmasının esas olması gerektiği düşüncesindeydi. Halkın yasaları doğrudan bir şekilde yapmadığı koşullarda özgürlüğe duyduğu arzunun köreleceğine inanıyordu. Rousseau’nun çelişkili ideolojik mirasının idealist ve diktatörlüğe açılan ögesiyse volonté générale (genel irade)ydi. Halkın doğrudan katılımının yaratacağı olağanüstü çokluğun mutlak bir ortaklaşma anlamına gelen ve kendisi dışındaki tüm seçenekleri gayrimeşru ilan eden bir genel iradeye dönüşebileceğini ummak başlı başına idealizmin dik alasıydı. Genel irade düşüncesi, devrimin olağanüstü koşullarına uygun ancak olağan dönemlerin temel yönetim ilkesi olamayacak bir prensipti. Siyasal düşüncelerini burjuvazinin devrimci kanadından edinen komünistlerin de güçler ayrılığına, demokratik iktidar paylaşımına ve kendini mutlak tek doğru olarak dayatabilen genel iradeye sonsuz bir teveccüh göstermiş olması sosyalist demokrasi deneyimimizin kısırlığının, konseyleri veya sovyetleri esas alan yönetim biçimlerinin istikrar kazanamamasının önemli sebeplerindendir.
2. Dünya Savaşı sonrasında gelişen ana akım siyaset düşüncesinin merkezi anlatısı haline gelen Modernleşme Teorisi’ne göre siyasal demokrasi kapitalizmin ve serbest piyasanın ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Yunan ve Roma’nın karma anayasa düşüncesiyle aradığı uyum ve ılımlılığın taşıyıcısı Amerikan rüyasının da yaslandığı orta sınıf olacaktır. Ancak bu safsata, ana akım siyaset bilimi içinden dahi muarızlarını hızla yaratacaktır. Tarihsel sosyolojinin ve kurumsalcılığın babalarından Barrington Moore, siyasi rejimleri sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı güç dengelerine dayanarak açıklar. Rueschemeyer ve arkadaşlarıysa işçi sınıf merkezli hareketlerin demokrasinin gerçek öznesi olduğunu çok kapsamlı ve etkili bir çalışmayla ortaya koyarlar. 1970’ler sonrasına damgasını vuran ve siyasi aktör temelli Geçiş Teorileri (O’Donnell) de son kertede siyasi elitler ya da egemen sınıflar eliyle değil ancak kitle eylemleriyle desteklenen rejim değişikliklerinin istikrarlı demokrasiler kurabildiğini gösteriyor (Haggard ve Kaufman).
İçinden geçtiğimiz dönemdeyse demokrasi düşüncesinin içine düştüğü en büyük kısırlık sınıfsal olandan koparılmış biçimde ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Yaşamın tüm yönlerinin en baskın öğesi olan sınıfsallık siyasi düşüncenin dışına itilince siyasi düşüncenin gerçeklikle bağları kopmakta, demokrasi tartışmaları Yunan ve Roma’nın erdem ve ılımlılık temelli kavramsal çerçevesinin içerisine sıkışmaktadır. Oysa bugün yeryüzünde demokrasi olarak tanımlanabilecek tüm uygulamaların ve siyasi rejimlerin kökeninde sınıfsal mücadelelerin dönüştürebildiği kurumsal yapılar ve düzenlemeler mevcuttur. Siyasi kurumlar ve uygulamalar, siyasi aklın ürünü değildir, her toplumun organik krizlerinin sonucunda içinden geçmek zorunda kaldığı kritik kırılma anlarında (criticial junctures) ortaya çıkan siyasileşmiş sınıf mücadelelerinin tayin edici sonuçlarını depolayan, kayıt altına alan ve yeniden üretme görevini üstlenen yapılardır.
Bu uzun arka plandan 2023 Türkiye’sine ışınlanırsak tartışmanın içeriğini güncellemek ve somutlaştırmak mümkün olabilecektir. 2023’ün aslında 2013’te başlayan tamamına erememiş uzun bir kritik kırılma anının nihayete erdirilmesine dönük hamlelerin yoğunlaşacağı bir dönem olduğunun altı çizilebilir. Halkın yarattığı ve giderek köklü bir dönüşümü zorlayan 2013-2015 momentine verilen bir gerici-faşist yanıt olarak okuyabileceğimiz çökertme harekâtı ve başkanlık rejimi inşası, kurumsallaşma yönünde güçlü adımlar atmayı başardı. Faşizmin kurumsallaşmasını tamamlayamaması, rejimin kendisini ancak olağanlaştırmayı başaramamış bir olağanüstülük içerisinde ayakta kalmayı başarmasından ve toplumun çok geniş kesimlerinin aktif rızasını örgütleyememesinden kaynaklanıyor. Ancak bu olağanüstülüğü devam ettirebilme noktasında devlet kapasitesinin neredeyse tamamını seferber edebilmek gibi büyük bir olanak eşliğinde hareket edebiliyor, devlet kapasitesinin kullanımı esnasında hukuk kurallarının tamamen askıya alınabilmesi ise iktidara daha da büyük imkanlar yaratıyor. Dolayısıyla bugün faşizmden kurtulmuş ve bir ferahlık içerisinde geleceğimizi inşa ediyoruz şenlikleri eşliğinde tartışmalar yürütecek durumumuz yok. Ortaya koyduğumuz her program en temel ölçekte en ideal bir “haklar ya da doğrular” kataloğu değil esas olarak faşizme karşı harekete geçebilecek güçleri derleyip toparlayacak ve koordinasyon içerisinde tutacak bir mücadele programı karakterine sahip olmalıdır.
Demokratik Cumhuriyet devletle ve egemen sınıflarla uyumlanmaya ve müzakere çerçevesi oluşturmaya dönük bir manzume değil demokrasiyi inşa edecek halk güçlerini bir program arkasında mücadele ekseninde bir araya getirecek, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını sağlayacak, bir politik aktör haline gelmelerini mümkün kılacak bir toparlanma çağrısı olarak değerlendirilebilirse dönüşüm gücü kazanabilir.
Demokratik Cumhuriyet mücadelesi, faşizmin yarattığı tehdidi küçümsemez, halkın iradesine dönük saldırılara karşı mazeret üretmeksizin ve ayrımcılık yapmaksızın birlikte mücadeleyi öne çıkarır. Faşizmin saldırılarını “yesinler birbirilerini” basitliği içinde ele almaz tam tersine kendi bağımsız hattını da gözeterek özgürlüklerin en kararlı ve tutarlı savunucusu olduğunu açıkça ortaya koyar, faşizme karşı mücadelenin yalnız değil ama hegemonik aktörü olmayı hedefler.
Demokratik Cumhuriyet mücadelesi siyasi iktidardan dışlanmış olanların ve burjuva klikler arasındaki mücadelenin seyircisi olmak dışında bir rol biçilmeyen halk güçlerinin yaşanacak bir ülke inşa etme iradesinin temsilini üstlenmelidir. İçinden geçilen kritik kırılma anında halkın geleceğin belirlenmesinde sadece oy kullanarak değil doğrudan, meclisleri aracılığıyla belirleyici bir güç olmasını sağlayacak bir girişimi örgütleme çabası olmaksızın iddiaların ve dahi en parlak önermelerin buza yazılan yazılara dönüşeceği açıktır. Seçim sonuçları ne olursa olsun faşizmden kurutuluşun esas olarak örgütlü halk güçlerinin nasıl rol oynayacağı tarafından belirleneceğinin altını sürekli olarak çizer.
Demokratik Cumhuriyet siyasi tarihimizin son 20 yıllık aktörleriyle değil halkın geniş kesimlerini dışarlak ve eğreti vatandaşlar haline getiren 100 yıllık güdük Cumhuriyet projesiyle de derdi olan bir içeriğe sahip olmalıdır. Türklük- İslamlık sözleşmesinin içine sıkışan, cumhuriyetin kazanımlarına erişmek adına arkeolojik kazılar yapmayı sol siyaset sanan bir çerçeve güncel kalabalıkları heyecanlandırabilir ancak demokratik sonuçlar yaratma şansına sahip değildir. Cumhuriyet projesinin güdüklüğü, demokrasiden uzaklığı ve elitizmi, kurtuluş mücadelesini yürüten güçlerin çokluğunun Cumhuriyet’in kuruluşuna doğru gerçekleşen tasfiyelerle giderek dar bir burjuva önderliğin kapsamında tekleşmesidir. Bugün İslamcı gericiliğe karşı mücadele etmek için kuruluş felsefesine referans verme zorunluluğumuz yoktur.
Demokratik Cumhuriyet anlayışı, yurttaş eşitliğini sadece siyasi kerteyle sınırlayamaz ve giderek ekonomi alanına yayılan bir eşitliğin örgütlenmesinin de programatik çerçevesini sunar. Yaratılan toplumsal artığın eşit paylaşımını sağlayacak, aşırı servet birikimini engelleyen mekanizmaları kuran bir “Ekonomide Sosyalizasyon Programı” Demokrat Cumhuriyet programının mütemmim cüzü olmak durumundadır. Neoliberal aşırılık faşizmin içinde dikenli çiçeklerini geliştirebildiği bataklıktır. Özel mülkiyet ise eşit vatandaşlığın anti tezidir. Bu iddiadan geri düşen bir sosyalizmin liberalizmle farkının esamisi okunamaz.
Faşizmin toplumu şekillendirmeye dönük totaliter projesinin temel ayağını oluşturan İslamcı hassasiyetlerle karşıtlık içinde olmaktan sakınan bir Demokratik Cumhuriyet projesi kadük kalmaya mahkumdur. Özellikle kadınlara dönük saldırıların, Alevilerin eşit vatandaşlık taleplerini görmezden gelmenin meşruiyet kaynağı olarak İslamcı referansların medeni hukuka dayatıldığı koşullarda kararlı bir demokratik laiklik ilkesini oluşturmadan Demokratik Cumhuriyet mücadelesi yürütülemez.
Belki de en önemlisi de Demokratik Cumhuriyet’in sosyalistler için nihai bir hedef olarak formüle edilemeyeceğidir. Demokratik Cumhuriyet, sınıfsal çatışmaların olgunlaşarak sonuçlarını ortaya çıkarabilecek, ezilen halkların iktidar paylaşımı, eşit vatandaşlık ve yerel demokrasi yoluyla özgürlük yönünde adımlar atacağı, kadınların aile tahakkümü ve erkek egemenliği karşısında güç kazanacakları bir geçiş planı olarak ele alınmak durumundadır. Demokratik Cumhuriyet, sömürü ve tahakkümün mutlak biçimde ortadan kaldırılması programı olan Devrimci Demokrasi’nin ve Sosyalist Cumhuriyet’in alternatifi değildir. Fakat içinde bulunulan güçler dengesinde ve halkın örgütlülük seviyesinde başarılması devrim değerinde sonuçlar yaratacak ve muazzam kurucu toplumsal enerjileri seferber edebilecek bir hedeftir.
2023 ‘ün giderek organik kriz görünümü halini alan Gordion düğümünü kalıcı olarak çözecek sonuçlar ortaya çıkarabileceği gayet şüphelidir. Ancak şimdiye kadar kısmen statik bir hal kazanan olağan-olağanüstü dengesinin olağanüstülük yönünde hızla daha da bozulacağı bir evreye girdiğimiz de çok açık. Yakında yaptığımız bir ara değerlendirmede iktidarın iki ana taktiğinin sağın birliğini geliştirmek ve HDP üzerinden muhalefeti etkisizleştirmek olduğunu yazmıştık. Son yaşanan cinayetler ve vesayetçi yargı kararları bu çerçevede ele alınabilir.
Uzun bir yoğunlaşan kargaşa ve Fetret Devri’ne hazır olmak için mücadele ederken bir yandan da topluma umut ışığı sunabilecek bir programın önemli bir başlığı da Demokratik Cumhuriyet olabilecektir.