13 Kasım’da el yükselten faşizm
Halkın politik bir özne olarak sokakta olmasının değil; olmamasının provokasyonların esas kaynağı olduğu artık anlaşılmak ve hazırlıkları bunun üzerine yapmak bir zorunluluktur.
13 Kasım’da Taksim’de gerçekleştirilen katliam, iktidara tutunma telaşındaki egemen sınıf fraksiyonlarının toplum düşmanlığında sınır tanımazlığının tarihi örneklerinden birisini daha ortaya koymuştur. Bu yanıyla ve yaratmayı istediği etki itibariyle Maraş, Bahçelievler, Sivas ve Suruç katliamlarıyla akrabadır. MİT’in eski müsteşar yardımcısı Cevat Öneş bu akrabalığı diplomatik bir dille ifade etmiş: “Türkiye, iç siyasette maalesef iktidar mücadelelerinde böylesi olayları değerlendirmek isteyen zihniyet ve düşüncelere sahip”.
Türkiye’nin NATO üyeliği sonrasında, anti-komünizm ve kontrgerilla merkezli bir zihniyet ve kurumsal yapı eşliğinde şekillenen “yerli ve milli” sağcılığın tüm kanatlarının ortak özünü ortaya koyan bir cümle bu. Günümüz konjonktüründe ise bu özün, Kürtlere karşı savaşın temel birleştirici harcı hâline geldiğini ve sürekliliğini takip etmek mümkün. Provokasyonlarla yönetme iradesinin güçlenmesinin etkisini artan uyuşturucu trafiğinde, bagajlarda ele geçirilen onlarca kilo patlayıcıda, dinamit fitili gibi ortada duran göçmenlere yönelik şaibeli eylemlerin artmasında, üniversitelerdeki faşist saldırıların yoğunlaşmasında gözlemlemek mümkün. İktidar kervanının yürümesini sağlamak için itler ürümeye devam ediyor. Türkiye’de demokratikleşmenin temel hareket noktasının, bu özün sürekliliğini sağlayan, devlet içindeki varlığıyla köklü bir hesaplaşma olması bir zorunluluk.
Cüreti itibariyle bu kadar iddialı olan bir eylemin toplum üzerinde yarattığı etkinin planlayanların beklediği düzeyde olmamasının sebebi ortaya konan senaryonun tutarsızlıklarından kaynaklanıyor. Bu tutarsızlıkların sebebi iktidar bloğu içerisindeki çatlaklar mıdır yoksa çatlak görüntüsünün kendisi hegemonyayı ayakta tutabilmek için işlevsel bir araç mıdır? HDP’ye yönelik iktidar tarafından gerçekleştirilen ziyaretin sonuçlarının tartışıldığı haftanın sonunda İstanbul’un göbeğinde katliam provokasyonuyla karşılaşılması bütünlüklü bir planın parçası mıdır yoksa iktidar içerisinde birbirinin hamlelerini boşa düşürmeye çalışan fraksiyonların varlığının mı ifadesidir? Fraksiyonların varlığı da, bunların yaşadıkları çelişkiler de, birbirlerinden ayrışma olanaklarının bu konjonktürde mümkün olmadığı da, bir büyük planı bu parçalılık içerisinde yürütmeye çalıştıkları da doğrudur.
Garo Paylan’ın bahis konusu yaptığı bir darbe dinamiği işlememektedir, darbe yapabilecek tüm kanatlar zaten iktidar bloğunun bir parçasıdır. Tam anlamıyla gizleyemeyecekleri bir çelişkiler yumağı olmaları iktidara birlikte tutunma konusundaki kararlılıklarını gölgelememelidir. Günah keçisi gibi gösterilmek istenen Soylu’nun eline yüzüne bulaştırdığı plan tüm iktidar bloğunun ortak planıdır. Ziyaretler, tahliyeler, jetler “Biz elimizden geleni yaptık ama bunlar rahat durmadı” hikâyesini temellendirmek için kurgulanmış olarak rahatlıkla değerlendirilebilir. Provokasyonda ulaşılan cüret seviyesinin, böylesi bir çelişkiler yumağı halindeki iktidar bloğunun seçim sürecinde ne tür çılgınlıklara kalkışabileceğinin de bir işareti olarak ele alınması, “normal bir seçim” süreciyle ilgili tüm beklentilerin rafa kaldırılması gerekmektedir. Halkın politik bir özne olarak sokakta olmasının değil; olmamasının provokasyonların esas kaynağı olduğu artık anlaşılmak ve hazırlıkları bunun üzerine yapmak bir zorunluluktur.
İktidar bloğu içerisindeki çalkantıların sermaye sınıfları içerisindeki kökenleri de bulunmaktadır. AKP’nin ekonomide yarattığı “kusursuz fırtına”nın sermaye içerisinde çeşitli ölçeklerde rahatsızlıklar yarattığı, Siyasal İslam’ın özellikle orta burjuvaziden oluşan geleneksel tabanında kimi kopuş eğilimlerinin gözlendiği doğrudur. Bunların yansımaları kimi şehirlerde yaşanan ticaret ve sanayi odası seçimlerinde de gözlenebilmektedir. Ancak bu çelişkilerin kendi başına anlamlı politik sonuçlar üretmesini beklemek hayalciliktir. Sermaye içerisinde yaşanan çatlakların politik sonuçlar üretebilecek bir eşik enerjisini aşabilmesi için dahi işçi sınıfının Saray rejiminin hegemonyasından kopuşmasını görünür hale getirecek bir toplumsal hareketin ortaya çıkması gerekmektedir. Sınıfın eylemli bir biçimde politika sahnesinde yer alması sağlanamadıkça bu politik çelişkiler Cüppeli ya da Cüppesiz kimi failler tarafından son kertede yönetilebilecek ancak egemen sınıf fraksiyonları içerisindeki uyumun sağlanmasının daha da zorlaşması, rejimin iktidara tutunmak için daha gözü kara planları hayata geçirmesi için kararlılığını artıracaktır.
Emperyalizm ile temaslar önümüzdeki günlerde ne kadar belirleyicidir? İktidarın çelişkileri yönetemediğini ortaya çıkaracak bir sokak muhalefetinin yokluğunda her türlü pazarlığa açık bir rejimin varlığı tüm küresel güçler için ehvendir. Bombanın patlamasının G-20 toplantısının öncesine denk gelmesi olası bir Suriye operasyonu pazarlıklarında el güçlendiren bir etken olarak devreye sokulması ihtimalini güçlendirmektedir. İktidar değişiminin belirleyici dinamiğinin dış değil iç olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Emperyalizmin iktidara destek vermesi ya da vermemesi son kertede belirleyici olan olgu değildir. 2020’lerin dünyasının en belirgin motifi küresel hegemonun zayıfladığı koşullarda “emperyalist merkez”lerin çevre veya yarı çevre ülkelerde iç politikayı belirleme kapasitelerini büyük oranda yitirmiş olmalarıdır. Polonya sınırına düşen füzelerin gösterdiği gibi işler sadece burada değil her yerde bıçak sırtındadır ve provokasyonlarla yönetme eğilimi de giderek küreselleşmektedir.
Daha önce Mersin’de gerçekleşen saldırının, bu provokasyonun anlatısını güçlendirecek bir arka plan oluşturduğu da unutulmamalı; sonrasında yaşanan tartışmalarda alınan konumlar da 13 Kasım sonrasında yeniden gözden geçirilmelidir. Demokrasi güçlerinin bir tür Sırat Köprüsü üzerinde yürüdükleri bu dönemde taktik dağınıklığa yol açacak eylem ve tartışmaların yaratabileceği tahribatın önüne geçmek için azami dikkat göstermek gerekmektedir.
Devletin tarihi, provokasyonlarla yönetme tarihidir. Hiçbir yasaklama ve susturma çabası bu gerçeği değiştiremez. Devlet el yükselttiğinde toplumsal muhalefet sinerse inisiyatif kaybı kaçınılmazdır. Ancak provokasyon girişimlerinin boşa çıkarılabilmesi iktidarın momentum kazanmasının engellenebilmesi için bir zorunluluktur. Böylesi kritik bir momentte iktidarın provokasyon arka planı olarak geliştirdiği hikayeye soldan komünist etiketli su taşıma girişimlerinin de bir hata olarak görülmemesi gerekir. Bu da bir siyaset yapma biçimidir. Böylesi kritik anlarda egemen sınıfın temel taktik duruşuna eklemlenmenin mükafatlarından yararlanarak etki alanını genişletmek bir bilinçli politik tercihtir. Güler-Okuyan ekibi F tipine geçiş sürecinde nasıl bir rol oynadılarsa bugün de benzeri bir işe kalkışmaktadırlar. Kemalizm etkilenimiyle sola meyleden genç yığınların bu gerici konakta hapsedilmesini engellemek dönemin önemli bir politik görevidir.
Ne yaşarsak yaşayalım, unutulmaması gereken düstur hala önemini korumaktadır: Dengeleri değiştirmek için sınıf hareketinin devreye girmesi zorunluluktur.