Putin, Lenin, Manuşyan…
Oysa hiçbir büyük ulus milliyetçiliğinin insanlığa vaat edebileceği bir gelecek yok. Komünist idealin tarihin çatlakları içinden sızan ışığı bugünün her açıdan yıkım dayatılan insanlığı ve hatta gezegeni açısından tek umut olarak gözüküyor. Çok etnili, çok kültürlü, eşit vatandaşlığa, özel çıkarlardan ziyade kamusal olanın kurtarıcılığına dayanan bir kavganın yarattığı tüm birikim hala en büyük geleceğe tutunma noktalarımızı sağlıyor.
Yirmi üç kişiydiler tüfekler çiçeklendiğinde
Vakitsiz giden yirmi üç yürek
Yirmi üç yabancı ama kardeşimiz de
Yirmi üç yaşam sevdalısı, ölecek kadar
Düşerken Fransa diye bağıran yirmi üçler” (Louis Aragon, “Kızıl Afiş”)
Küresel kapitalizmin hegemonya mimarisindeki dönüşüm momentleri emperyalist çelişkilerin görünürlük kazanması açısından dikkat çekici sonuçlar yaratabiliyor. Tek bir güçlü hegemon devletin belirleyiciliği altındaki dönemlerde şiddet içeren biçimlerde ön plana çıkmayan emperyal güçler arasındaki çelişkiler, böylesi dönüşüm momentlerinde yıkıcı sıcak çatışmalar halini alabiliyor. Dünya kapitalizminin 1873’te yaşadığı ilk büyük krizi sonrasında İngiltere’nin küresel hegemon kimliğini kaybetmeye başlamasıyla başlayan dönemin yeni bir güç mimarisine kavuşması için iki dünya savaşı yaşandı. Pre-kapitalist dönemin mirası imparatorlukların dağılması ve paylaşılması, yükselen güçlerin arasında yeni ve istikrarlı bir ilişki biçiminin gelişmesi komünist hareketin alttan devrim tehdidi altında ortaya çıkan özgün çözüm biçimine 1945 sonrasında kavuşabildi.
Bugün ABD hegemonyasından çok kutuplu dünyaya geçişin sıkıntılarının damgasını vurduğu bir dönemdeyiz. İçinden geçilen kararsız denge durumu yıkıcı çatışmalara gebe koşulları şartlandırıyor. Tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş emekçi sınıflar açısından kendiliğinden olumlu sonuçlar yaratmak zorunda değil. Ancak bu geçiş sürecinin daha da derinleştireceği istikrarsızlıklar ve olası sıcak çatışmaların yaratacağı yıkım, kendi krizini aşabilen ve derinleştirdiği sınıf örgütlenmeleri aracılığıyla devrimci seçenek haline gelebilen komünist öznelerin itmesiyle küresel hegemonya mimarisinde önemli kırılmalar yaratabilecek gelişmelere de imza atabilir.
Putin’in Ukrayna’ya dönük askeri hamlesini meşrulaştırmaya çalıştığı 21 Şubat konuşmasında Ukrayna’nın meşru görmediği varlığını komünistlerin ihanetiyle temellendirmesi dikkat çekici. Rusya, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarıyla birlikte 1. Dünya Savaşı’nın merkezinde yer alan bir kadim imparatorluğun mirasçısıdır. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan’ın bu savaştan tamamen parçalanarak çıkabilmiş olmalarına rağmen Rusya; ulusların kendi kaderini tayin hakkını benimseyen bir komünist devrim tarafından gerçekleşen iktidar değişikliği sonrasında biraz da paradoksal bir biçimde bütünlüğünü büyük oranda korumayı başardı. Putin konuşmasında; Sovyetler Birliği’nin 1922’deki ilanına ve 1924’te yazılan Sovyet Anayasası’na damgasını vuran konfederal devlet yapısını ve her halkın kendi kaderini tayin hakkının benimsenmesini Sovyet sisteminin bağrına yerleştirilmiş bir kara mayını olarak değerlendirdi. Sovyetler Birliği’nin 1990’daki çözülüşünde milliyetçiliğin önemli bir rol oynadığı düşünülürse Putin ilk bakışta haklı sayılabilir. Ancak komünist sistemin yaşadığı çöküşte milletler meselesine getirilen çözümün öncelikli bir sebep olmadığı aşikâr. Burjuva düşüncesinin tarihsel gelişmelerin gerçek sebeplerine değil de ortaya çıkardığı semptomlara yoğunlaşma hastalığı Putin’in konuşmasına da büyük oranda damgasını vurmuş. “Eski Rus İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinin sınırsız bir biçimde artan milliyetçi hırslarını tatmin etmeye çalışmak çok mu gerekliydi?” Putin, Sovyet coğrafyasının Rus nüfusu da içeren ulusal cumhuriyetlere bölünmesini eleştiriyor ve bunun gerçekçi olmayan, “komünist hayalciliğin” keyfi ürünlerinden birisi olduğunu iddia ediyor. Konuşmada Ukrayna’nın “gerçekçi” olmayan varlığının sorumluluğu da öncelikle ilk derleyici olarak Lenin’e yükleniyor. Rus oligarşik rejimi, imparatorluk ve SSCB’den kendisine miras gördüğü bir hinterlanda pençelerini sımsıkı geçirmek için anti-komünist bir büyük ulus milliyetçiliği söylemini anti-emperyalist sosa batırarak yaygınlaştırmaya çalışıyor.
Oysa hiçbir büyük ulus milliyetçiliğinin insanlığa vaat edebileceği bir gelecek yok. Komünist idealin tarihin çatlakları içinden sızan ışığı bugünün her açıdan yıkım dayatılan insanlığı ve hatta gezegeni açısından tek umut olarak gözüküyor. Çok etnili, çok kültürlü, eşit vatandaşlığa, özel çıkarlardan ziyade kamusal olanın kurtarıcılığına dayanan bir kavganın yarattığı tüm birikim hala en büyük geleceğe tutunma noktalarımızı sağlıyor.
Bu tutunma noktalarımızdan birisi de 21 Şubat 1944’te kaybettiğimiz Misak Manuşyan’ın akıl almaz yaşamı…
Misak 1906’da Adıyaman’da doğuyor. Soykırımdan sadece erkek kardeşi Garabet’le ikisi kurtulabiliyor. Suriye’de yetimhanede büyüdükten sonra kardeşiyle birlikte Marsilya’ya gidiyor ancak hasta olan Garabet orada hayatını kaybediyor. Paris’e geçen Misak otomobil fabrikasında çalışırken 1929 krizinde işten atılıyor, edebiyat dergileri çıkarıyor. 1934’te komünist partisine katılıyor. Komünist Partisi’nin Göçmen İşgücü (Main-d’Ouvre Immigrés’-MOI) biriminde yabancı işçilerin örgütlenmesinde yer alıyor. Nazi işgali sonrasında kurulan ve MOI’ye bağlı çalışan Manuşyan grubu, anti-faşist mücadelenin tarihine altın harflerle geçen bir süreci yürütüyor. Manuşyan grubu, 1943 yılının Mart-Kasım döneminde 56 saldırıda 150 Nazi ve işbirlikçi Vichy Rejimi yanlısını öldürür. 23’ler olarak da anılan grupta Ermeni, İtalyan, Polonyalı, Macar, Rumen ve İspanyol göçmenler Nazi işgali altındaki Fransa’da direnişin unutulmaz bir sayfasını yazmışlardı. Yakalandılar, idam edildiler Aragon’un Kızıl Afiş şiiriyle de ölümsüzleştiler. Bu şiir sevgili eşi Melinee’ye, “sana en çok hoşlandığım kadının fotoğrafını göstereyim mi? diye sorup bir ayna göstererek tanıştığı büyük aşkına yazdığı son mektuptan esinlenerek yazılmış.
“Kimse size Fransız demez gibiydi
İnsanlar gün boyu geçip giderdi
Ama karartma saatinde gezinen parmaklar
Fotoğraflarınıza ‘Fransa için öldüler’ diye yazdılar
Ve artık farklıydı kasvetli sabahlar”