Devlet ve lümpen burjuvazi

Türkiye’de de olaylar bir doyum noktasına yaklaşıyor. Saray gelişmelerden korktuğu için “helallik” istiyor. Öfkenin intiharlarla çürütülmesi yerine sokağa taşması zirvedeki hesaplaşmayı, geniş kitlelerin çürümüş zirveyle hesaplamasına dönüştürebilir.

Marksizmin devlet tanımından sonra özellikle 1950’ler sonrası Batı toplumlarında yaşanan “büyük uzlaşma” veya “refah devletleri” olgusunun tetiklemesiyle devlet, Gramsci, Poulantzas, Foucault tarafından yeniden gözlem altına alınmıştı. Özellikle egemenlik sisteminin sadece zor ile değil, “devletin ideolojik aygıtları” yoluyla nasıl derinleştirildiği üzerine kapsamlı çözümlemeler yapılmıştı.

Kapitalizmin “altın yılları” diye sözü edilen 1950’ler sonrasında Refah devletlerinin derinliklerinde nelerin saklı olduğunu insanlık 1990 Berlin Duvarının yıkılışıyla öğrendi. Komünizm tehdidine karşı bütün NATO ülkelerinde kontrgerilla örgütlenmelerinin olduğu deşifre oldu. Burjuva devletinin en yumuşak göründüğü yıllarda bile derinliklerinde bir çelik çekirdeğe sahip olduğunu öğrenmek devrimciler açısından şaşırtıcı olmasa da, burjuva devletlerinin hep yüzlerinde taşımayı sevdikleri demokrasi maskesinin ardındaki gerçekler daha geniş kitlelere ulaştı.

Devlet konusunda bir başka basamak, 1970’lerin sonlarına doğru Latin Amerika’da yaşananlarla çıkıldı. Devletin egemen sınıfların zor aracı olması bilinen bir gerçeklikti; fakat öyle gelişmeler yaşanıyordu ki, bu egemen sınıf denen nasıl bir şeydi? ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika’da yaşananlarla literatüre “lümpen burjuvazi” kavramı girdi. Yaşananlar aslında iki kutupta biriken çürümenin açığa çıkmasıydı. Bir yanda kentlere yığılan, ancak istihdam edilemeyen geniş işsiz kitleleriyle kapitalizmin mutlu azınlığının geniş barriolarla (Latin dünyasının varoşları) kuşatılması; öte yandan sermaye birikimini vurgun, soygun ve özellikle uyuşturucu ticaretiyle yapan bir lümpen burjuvazinin şekillenmesiyle kapitalizmdeki sınıflarlar arası gerilimin çok farklı niteliklere bürünmesi yaşandı. Bu hikâye dünyada iyi bilinir.

Ancak Türkiye’de lümpen burjuvazinin oldukça palazlandığı, Peker olayıyla gözler önüne serildi. Yeraltı dünyası neredeyse kapitalizmle yaşıttır. Ancak devlet ve siyasetle içiçeliğinin bir sınırın ötesine geçmesiyle ortaya farklı bir düzen çıkmaktadır. Kolombiya “narko devlet” diye anılır, hemen yanında Meksika durur. Aslında Latin Amerika’da hemen her devlet bu içiceliği yaşar. Son yaşananlarla bu listeye Türkiye’nin de eklenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde yaşananlar, olmuş bitmiş bir sürecin ortaya çıkması değil; daha çok düzenin böyle bir nitelik dönüşümü yaşarken ortaya saçılanlardır.

Doğal olarak en çok sorulan soru, Peker olayıyla Saray’ın bir “mıntıka temizliği” yapma fırsatını yaratıp yaratamayacağıdır. Ülkenin geleceği bu sorunun hangi yönde cevaplanacağına bağlıdır. Saray, Siyasal İslam’ın egemenliği için hızlı ve kural dışı sermaye birikimi yolunu izlemek zorundaydı. Epeydir bu kavga devam ediyor. Bu yolda sık sık çeşitli sermaye gruplarının varlıklarına “çökülüyor”. Bu devlet eliyle yapılıyor. Düzen içi savaşlarda Ergenekon davaları, 15 Temmuz darbesi gibi çok önemli gelişmeler yaşandı. Bütün bu olanlar gelgeç çekişmelerden öteye bir anlama sahiptir. “Eski devlet” çözülürken yenisi yeraltı çeteleri ile içiçe geçerek şekilleniyor.

Günümüzde yaşananlar tam da bu şekilleniş sancılarından başka bir şey değildir. Eskinin böyle gelişmelerine ayar veren vesayetçi devlet yapısı artık yoktur; Saray ise henüz böyle bir yapı inşa edememiştir. O nedenle çatışmaların hangi şiddette olacağı ve nereye varacağını kestirmek zordur. Saray, mıntıka temizliği yapmak isterken neden kendini yeniden 17-25 Aralık yolsuzluklarıyla karşı karşıya bulmasın! O kadar çok şey halı altına süpürüldü ki, her an birileri bu halıyı silkeleyebilir.

90’lı yıllarda Susurluk kazasıyla benzer bir gelişme olmuş, olayın derinliklerine meclis komisyonları ile inilmeye çalışılmış, hatta kitleler evlerde ışık kapatma-açma eylemleriyle sürece bir katkıda bulunmayı denemiştir. Sonuç derin devletin ayarlarının ötesine geçememiş, o dönemin günahları örtülmüştür. Bugün böyle bir ayar mekanizması ve gücü yoktur. Daha doğrusu Saray böyle bir rol oynayabilecek midir? Yaşamsal sorun budur.

Önceki deneylerden çıkan çok açık bir ders vardır. Düzenin çürümesinin bütün yükünü ve acılarını çeken kitleler gelişmeleri tribünlerden seyretmekle yetinirlerse bir çöküşün altında kalınabilir. Kolombiya’da yaşananlar tam da bugünün Türkiye’sine yol gösterebilecek özellikte… Yıllarca yoksulluktan ve paramiliter çetelerin katliamlarıyla ölen Kolombiyalılar bir aydır sokaklardalar. Devlet pazarlıklarla olayları yatıştırmaya çalışsa da bugüne kadar bu yol işlemedi.

Türkiye’de de olaylar bir doyum noktasına yaklaşıyor. Saray gelişmelerden korktuğu için “helallik” istiyor. Öfkenin intiharlarla çürütülmesi yerine sokağa taşması zirvedeki hesaplaşmayı, geniş kitlelerin çürümüş zirveyle hesaplamasına dönüştürebilir.