Filistin’e Bakmak
Filistin Davasının küresel desteğini yitirmesinde ve giderek yenilgiye doğru gidişinde siyasal İslam da gerici petro-dolar şeyhlikleri de suç ortağı konumundadır.
Doğu Kudüs’teki Şeyh Cerrah mahallesinde yaşayan Filistinli ailelerin evlerinden atılmasına karşı gelişen direnç, faşist Siyonist yerleşimci güruhların ve İsrail devlet güçlerinin katliamcı tutumuna karşı yeni bir boyuta sıçradı.
Filistinliler yüzyıllar boyunca yaşadıkları topraklardan sürüldükleri felaketi Al Naqba olarak hatırlıyorlar. 1948’de Filistin halkının %78’i yaşadıkları topraklardan sürüldü. 1967’deki Arap-İsrail savaşından sonraysa Batı Kudüs ve Filistin’in geri kalan bölümleri de işgal edildi. Bugün Filistin’in dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Human Rights’ Watch, 27 Nisan 2021 tarihinde yayınladığı 213 sayfalık raporunda İsrail rejiminin Apartheid uyguladığını açıkça tespit ediyor. İsrail devletinin politikaları insanlığa karşı işlenen suç kapsamında değerlendiriliyor.
Filistin halkının 1970’lerden 2000’lere damgasını vuran görkemli direnişi tüm dünyada devrimci mücadele yürüten aktörlere esin kaynağı olmuştu. FKÖ ve FHKC kampları dört bir yandan devrimcilerin buluştuğu, Siyonizme karşı dayanışma gösterdiği ve bir yandan da devrimci mücadele deneyimi edindiği buluşma noktaları olagelmişti. Bu dönemde Filistin mücadelesi, İspanya İç Savaşı ekseninde gelişen enternasyonalist dayanışmayı anımsatan bir odak haline gelmişti. Türkiyeli devrimcilerin de bu dayanışmanın önemli bir parçası olduğu bilinmektedir.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünde önemli bir rol oynayan Afganistan yenilgisinde açıkça görünürlük kazanan cihatçı İslamcı hareketle ABD emperyalizmi arasında gelişen rabıta, Filistin halkının kurtuluş mücadelesinde de önemli bir yarılmayı ortaya çıkardı. Gazze’de denetimi elinde bulunduran Hamas ile Batı Şeria’da hakim olan FKÖ ardılı yapılar arasındaki kopukluk mücadeleye çok ağır bir darbe vurdu. Arafat sonrasında Mahmut Abbas’ın giderek İsrail’in kuklası durumuna gelmesi ve FKÖ’nün en gerici yanlarının sürece egemen olması ile Hamas’ın dar siyasi İslamcılığının küresel ölçekte dayanışmayı da yabancılaştırması direnişi giderek zayıflattı. Gençlerin ve kadınların ön planda olduğu İntifada geleneği kimi dönemlerde canlansa da Filistin davasına küresel ölçekte dayanışmanın azalmasıyla İsrail devletinin saldırganlığının pervasızlaşması hareketin gelişimini kesintiye uğrattı. Geçtiğimiz yıllarda yüzlerce Filisitnlinin hayatını kaybettiği Yurda Dönüş yürüyüşleri dahi uluslararası anlamda yeterli desteği yaratamadı.
Arap Baharı sonrasında Suriye’nin bir enkaza dönmesinde de hiç kuşku yok ki en büyük kazananların başında İsrail gelmektedir. İsrail, bu fırsatı işgal ettiği bölgenin en önemli su kaynaklarından Golan Tepeleri’ni ilan ettiğini açıklayarak değerlendirmekle kalmadı, cihatçılarla geliştirdiği de facto ittifakla kendisine tek askeri yenilgiyi tattırmış bölgesel güç olan Hizbullah’ın darbelenmesi ve önemli kadrolarının tasfiyesi için de kimi adımlar atmayı başardı. Suriye’nin yıkımında parmağı olan başta ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, BAE gibi güçlerin İsrail’in sınır tanımayan kibir ve pervasızlığının en güncel dolaylı destekçileri olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bölgenin bütün gerici rejimleri -Saray iktidarı da bu çerçevede ele alınabilir- kendi başarısızlık ve yenilgilerini Filistin halkı için döktükleri timsah gözyaşlarıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Oysa yaşanan yıkımda onların koca parmaklarını görmemek siyasi bir körlük anlamına gelecektir. Filistin Davasının küresel desteğini yitirmesinde ve giderek yenilgiye doğru gidişinde siyasal İslam da gerici petro-dolar şeyhlikleri de suç ortağı konumundadır.
Son günlerde halk güçlerine karşı yaşanan katliamlarla öne çıkan Kolombiya ve İsrail bölgelerinde ABD emperyalizminin uçak gemisi olan ülkelerdir. Toplumsal kurtuluş mücadelelerinin ezilmesi amacıyla inşa edilen kontrgerilla enternasyonalizminin bir şubesi de Türkiye’dir. Son günlerde derin devletin mafyatik fraksiyonları arasındaki çekişmeler, birçok kesim tarafından kutsanan devletin nasıl bir bataklık olduğunu görünür hale getiriyor. Bu bataklığın kendisini yeniden üretmesinde tüm yerlici-millici söylemlere rağmen emperyalizmle kurulan bağların ne kadar belirleyici olduğunu biliyoruz.
Al-Aksa yanarken sevinç çığlıkları atan Siyonist güruhlarla, Sivas’ı yakan, HDP bürolarını taşlayan, Cizre’deki bodrumlarla ilgili yüz kızartıcı pankartlar açanlar arasındaki paralellik dikkat çekicidir. Küresel Apartheid rejiminin alternatifi, eşit vatandaşlığa dayalı, ulus devletleri aşan, bölgesel bir arada yaşam birliklerini olası kılacak, siyasi sınırları aşan bir komünist vizyonun büyümesi ile gelişecektir. Rojava’da yaşanan deneyim tüm zorluklarına rağmen bu vizyonun ne kadar güçlü ve gerçekçi bir zemini olduğunu gösteriyor.