Bir kurucu irade olarak “faşizmi yeneceğiz”
Faşizme karşı devrimci bir iradenin ortaya konması, halkta giderek ipuçları ortaya çıkan bir sivil itaatsizlik eğiliminin güçlendiği koşullarda bu kadar önemliyken faşizmin üzerine yürüyen devrimcilere çamur atmak bir sosyalistin aklına gelebilir mi?
Hegemonyanın ne derece güçlü olduğunun, onun yönetilenler açısından ne kadar doğal, kendiliğinden ve hissedilmez olmasıyla doğru orantılı olduğu söylenebilir. Yapılandırılmış sosyo- politik kurgular ve iktidar ilişkileri ağı olarak hegemonya, inşası olgunlaştığı anda yönetilenleri “deniz içindeki balıklar” gibi hissettiren bir doğallık halesine bürünür ve tarihsizleşir. Doğal olanın kaçınılmazlığı ile paralellik içinde algılanmaya başlar, aşılabileceğinin savunulması dahi ütopik bir anlatı haline dönüşür. M. Fisher’in Kapitalist Gerçekçiliği’nde altını çizdiği ve “insanlığın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten saha zor olduğu” bir bilinç durumu ortaya çıkar.
Hegemonyanın çözülüşü ise aslında iktidar ilişkilerinin görünür hale gelmesi, doğallığını kaybetmesi, mekanizmasının teşhiriyle birlikte yürür. Doğallık halesi ortadan kalkar, zorlama noktaları giderek görünürlük kazanır. Hegemonya iktidarın rıza üretme kertesiyle ilişkilendirildiği için bu alanda yaşanan çözülme çoğu zaman iktidarın gidici olduğu algısının güçlenmesine sebep olabiliyor. Oysa hegemonyanın sadece rıza üzerine inşa edilmediği ve iktidar ilişkilerinin esas olarak çıplak zor üzerinde kurulduğunu hatırlamak için yeniden Schmitt okumak gerekmiyor. Schmitt, Weimar Cumhuriyeti döneminde işçi sınıfı hareketinin dağınıklığı ve içten yenilmişliğine rağmen ipleri tam olarak eline alamayan finans kapitale “kendinizi bu parlamenter zavazingolara çok kaptırmayın, iktidar namlunun ucundadır, iktidar olan olağanüstü hali belirleyebilendir” hatırlatmasını yapabilmek için yırtındı durdu ve en sonunda rezonansa geçtiği Hitler, hem kendisinin hem de Junker gelenekli Alman finans kapitalinin imdadına yetişti.
Türkiye’de faşizme karşı direnen güçlerin tersten bir güçlü Schmitt okuması yapmaya ihtiyacı var.
2021, Saray Rejimi için bir Büyük Çöküş resminin hatlarını giderek daha pastel renklerle belirginleştirmeye devam ediyor. Çok az politik güç, bu kadar çok alanda bu kadar eş zamanlı olarak kaybetmeyi başarabilir. Toplumsal hayatın tüm veçhelerinde bu Büyük Çöküş’ ün izlerini takip edebilmek mümkün. Sadece “aç, kapa, artema” genelge enflasyonu dahi bu çöküşü resmetmeye yeterli olabilirdi. Edilmedik laf bırakılmayan Mısır’a bir sırnaşık kedi misali yanaşma çabaları Arap Baharından bugüne zorlanan ve geniş bir coğrafyada derin acılara yol açan bir politikadan da örneği tarihte az görülür bir çark çabası aslında. Aşılama durma noktasına gelmiş durumda, test sayılarını azaltarak vaka sayısını artırma başarısı berdevam. Merkez Bankası döviz rezervlerini tükettikten sonra şimdi elde kalan altınları el altından bozduruyor. Yellen’in dün finansal çevrelerin yüreklerini hoplatan “FED’in 0 faiz politikasının da bir sonu var tabii canım” yollu okuması ise sıfırlanma olasılığı yüksek, turizm sezonu gelirleriyle birlikte düşünüldüğünde sonbaharla birlikte ekonomik kâbusun daha da yeni merhalelere çıkacağına işaret ediyor.
İktidarın rıza üretme kapasitesinin her geçen gün biraz daha altında kaldığı bu Büyük Çöküş, aynı zamanda iktidarın yapabildiklerinin sahasının genişlemesiyle eş zamanlı olarak yaşanıyor. Polis genelgesinde olduğu gibi kamusal olanın özelleştiği, özel olanın ise giderek kamusallaştığı bir evrenin eşiğindeyiz. Saray Rejimi, geleneksel otoriter rejimlerde olduğu gibi özel-kamusal ayrımına istikrar kazandırarak ve buradan rıza üretmeye çalışarak değil tam tersine faşist-totaliter rejimlerde olduğu gibi özel alanın daha geniş sahalarını devlet iktidarıyla fethederek yol açmaya çalışıyor. “Eskiden devlet ormanı vatandaşa karşı korurdu, şimdi vatandaş ağaçlara çıkarak ormanı devlete ve sermayeye karşı korumaya çalışıyor” diye haykıran İkizdereli direnişçi aslında bu gerçeği vurguluyor. İktidar ekonomik kriz koşullarında ormanlarımızı, derelerimizi, koylarımızı, sığınabildiğimiz en küçük kuytumuzu dahi talana açmak durumunda. Aynı şekilde tabandaki çözülüşü yavaşlatmak, maddi olanakları tükettiği için manevi ayrıcalıklar üretebilmek için de “yerli-milli” kategorisi dışındakilerin değerlerini çiğnemek, hiçe saymak, özelini taciz etmek zorunda.
Tekel dükkanlarını basmaktan vakit bulabilen polis Doblolarının orta sınıf çocukların sitelerine “oynayan çocuk avı” için yüksek sesli sirenleriyle daldığı bir distopya içinde değil miyiz?
İşte bu koşullarda 1 Mayıs’ta “Faşizmi Yeneceğiz” iddiasıyla sokakları dolduran devrimcilerin kararlılığına ne büyük bir ihtiyacımızın olduğu açık değil mi?
İktidarın yenildikçe etkinlik alanını genişletmesinin temel zemininin muhalefetin 2. Enternasyonel hazırcılığını anımsatan bir tarzda bekleme modunda kalmasıyla açık ilgisi var. Sendikal dörtlünün pandemiyi de gerekçe göstererek bu ruh halini meşrulaştıracak bir tutum aldığı bir dönemde devrimcilerin oyunbozanlık yapması, sosyalistlerin restorasyonculuk dışında bir seçeneğe sahip olmadığına dair algıyı da sarstı. Bu 1 Mayıs’ın temel meselesi “kitlelerin kazanılması” değildi. Çünkü devrimci iradenin üzerine düşeni yerine getiremediği, restorasyonculuğun silik bir rengi olarak kaldığı koşullarda sınıfın antifaşist mücadeleye kazanılması ancak bir iyi niyetli düşünce pratiği olabilirdi.
Faşizme karşı devrimci bir iradenin ortaya konması, halkta giderek ipuçları ortaya çıkan bir sivil itaatsizlik eğiliminin güçlendiği koşullarda bu kadar önemliyken faşizmin üzerine yürüyen devrimcilere çamur atmak bir sosyalistin aklına gelebilir mi? Gelebiliyormuş:
“Ancak siyasal olarak “emekten yana” ve bir bölümü hem de ideolojik olarak “işçi sınıfının örgütü”, “sosyalist” vb. olduklarını deklare edenler de işçilerden farklı yollar tutup farklı mekanlarda kutlamalara yöneldiler. Sözde muhalif, İYİ ve Gelecek ve DEVA hiç görülmezken CHP’liler bazı yerlerde örneğin “demokrasi” ya da “emek ve demokrasi platformları”nın düzenlediği alan kutlamalarına katıldı. Buralarda bir dizi “sol” ve “sosyalist” örgüt de yer aldı. Fakat bu yıl, asıl kutlamalar yüzlerce fabrika ve işyerlerindeydi. Ve işçiler, kendi kalelerine dönüştürmek zorunda oldukları fabrika ve işyerlerinde kimseyi yanlarında bulamadı. Sadece sınıfın partileşmek zorunda olduğunu bilen ve sınıf partisi olarak örgütlenmede ısrar edenler- başkaları yoktu.
Sosyalizm, Komünizm, Marksizm, Marksizm-Leninizm demek yetmiyor. Marksizm-Leninizm, sosyalist hareket, işçi hareketiyle birleşmeden edemez. İşçi sınıfı ve hareketiyle birleşmeye yönelmeyen, bunun uğraşı içinde olmayana ne sosyalist ne de sosyalist hareket denebilir.”
Evrensel yazarı Mustafa Yalçıner, 1 Mayıs’ta yaşanan devrimci direnişin yarattığı basınç altında vermiş veriştirmiş. İşçi kuyrukçuluğunun sosyalistliğe ikame edilmesi konusunda güçlü bir gelenek adına konuşan Yalçıner, sokaklarda direnenleri sosyalist görmediğini başta “” ile ima ediyor, sonra da açıkça yumurtlayıveriyor. Oysa en azından Lenin’den beri işçi sınıfının doğal haline meftunluğun birçok gericiliğin yatağı olabildiğini çoktan öğrenmiş olmamız gerekirdi. İşçi sınıfının doğal hali değil yıkıcı gücünün ortaya çıkmasının peşindedir sosyalist ve gerektiği zaman bu yıkıcı dinamitin fitili olarak kendisini ateşlemeyi de bilir, bilmelidir. Sosyalistler, “borç batağındayız, ağzımızı açamıyoruz, sesimizi çıkaramıyoruz” diyen işçinin, içinden ne işbirlikçilikler türemiş olduğu soğuk rasyonalitesini değil patronunun kapısına çadır kurmakta direnen işçiyi kerteriz alır kendisine. “Her şeye rağmen çarkımızı döndürelim de ne olursa olsun” diyeni değil çaresizlikten intiharın şiddetini tercih eden işsize yoğunlaştırır dikkatini, onun kendisine yönelttiği yıkımı düzene yönlendirecek kıvılcımlara dönüşmeye çalışır.
Sonuç olarak halkçı, devrimci seçeneğin sonu gelmez salon toplantılarında değil de devrimcilerin kararlı, ortak iradesi ekseninde sokaklarda şekilleneceğini göstermesi açısından da hayırlara vesile olan bir 1 Mayıs oldu.