Soykırım ruhunun sürekliliği
Soykırım, devlet adına suç işleyenlerin “dokunulmazlık” kazanmasını ve bir “cezasızlık” halesi ile sarmalanmasını gelenek haline getirdi. Cumhuriyet tarihine damga vuran benzeri büyük katliamların tamamında bu izleğe tanık olduk, çok önemli toplumsal takip çabalarına rağmen açılabilen ve halktan kaçırılmaya çalışılarak kerhen sürdürülen davaların büyük bölümü dağ fare doğurdu diye yorumlanabilecek kararlarla sona erdi.

Saray rejimi, bir taraftan Ermeni Soykırımı ile ilgili gerçekleri inkâr etmek için kırk takla atarken bir taraftan da güncel politik çizgisiyle soykırımcı bir politik aklın taşıyıcısı ve uygulayıcısı olduğunu açıkça ortaya koymaktan geri duramıyor. ABD Başkanı’nın bugün hangi saiklerle soykırımı adını koyarak dillendirme tercihinde bulunduğunu tartışmayacağız. Atılan adımın ABD emperyalizmi açısından Türkiye-Ermenistan- Türkiye üçgeninde gelişen süreçlere müdahaleye dönük bir hamle olduğu açıktır ancak Türkiyeli, ve özellikle de kendisini Türk olarak gören emekçilerin faşizmin elli tonunu deneyimledikleri bir momentte her olguyu bu fındık kabuğu çerçevenin içerisine yerleştirerek anlamlandırma şansı yoktur.
Soykırımın köklerini bir aforoz etme, dışarıya atma ve şeytanlaştırma sürecinin organize sonucu olarak değerlendirebilmek önemlidir. İmparatorluklardan ulus devletleşmeye doğru geçilirken yaşanan sancıların en ağır sonuçlarından birisi, otokton halkların ulus inşası süreçlerine tehdit olarak algılandıkları ölçüde yerlerinden, yurtlarından edilmesi, soykırıma uğratılmasıdır. Milliyetçiliğe geç giriş yapan Osmanlı-Türk egemen sınıflarının, ki bunların içinde seyfiye kökenli devlet sınıflarının belirgin ağırlığı dikkat çekici boyutlardadır, imparatorluğun 1820 sonrasında yaşadığı çözülmenin en ağır faturasını Ermenilere çıkarmasının, 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı koşulların sinsi bir biçimde bu amaçla kullanılmasının devletin genlerine kök salan etkileri üzerinde yeterince düşünüyor muyuz? Osmanlı Devleti’nin devlet kapasitesinin azımsanmayacak boyutları böylesi bir geniş çaplı ve zamana yayılan katliamın gerçekleştirilebilmesi açısından önemi büyüktür. Irkçı erkek Türk milliyetçisi, soykırımı inkar ederken bile onu gerçekleştirebilmiş olmanın gururunu hissettirmeden edemez. Kendisini temize çıkarmak için örneğin Balkanlarda 20. Yüzyılın ilk onu yılında yaşanan Türk ve Müslümanlara dönük katliamları dillendirmez bundan dolayı, güçsüzlükten utanır ve her zaman katledilen değil katleden tarafta olmayı tercih eder.
Ermeni Soykırımı, Türk ulusunun da yerli-milli burjuvazinin de inşası açısından orijin oluşturabilecek kadar önemli bir olaydır. Hatta Kurtuluş Savaşı sürecinde inşa edilen Türk-Kürt ittifakının da zeminini ayakta tutması açısından ayrıca değerlendirilmeyi hak etmektedir. Geç Osmanlı işçi sınıfı hareketinin öncülük düzeyindeki önemli bileşenleri olan Rum ve Ermeni emekçilerin ulusal tasfiyesinin, işçi sınıfı hareketinin Cumhuriyetin kuruluşunda yeterince belirleyici bir rol oynayamamasında da önemi üzerine ayrıca düşünülmelidir. Emperyalizmin güncel hamleleri üzerine büyük resimleri göre göre bitiremeyenlerin dedikleri bir yana tarih, bizim açımızdan gayet nettir: “Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış uluslar içinde -Balkanlar bir yana bırakılırsa -siyasal bilinç ve örgüte kavuşmuş en etkin istemler ileri süren yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi Ermeni ulusçuluğuna karşı da derebeylikle el ele verdi. El ele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti, Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, dünyada ende görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’de Ulusal Sorun”, Bibliotek Yayınları).
Her şey bu kadar açık olmasına rağmen Türkiyeli sosyalistlerin kendimi de içine kattığım bir kanadının Hrant Dink’in ölümüne kadar soykırımı hak ettiği ölçüde değerlendirmeye almadığını öz eleştirel bir tutumla ortaya koymak zorundayım.
Soykırım, devlet adına suç işleyenlerin “dokunulmazlık” kazanmasını ve bir “cezasızlık” halesi ile sarmalanmasını gelenek haline getirdi. Cumhuriyet tarihine damga vuran benzeri büyük katliamların tamamında bu izleğe tanık olduk, çok önemli toplumsal takip çabalarına rağmen açılabilen ve halktan kaçırılmaya çalışılarak kerhen sürdürülen davaların büyük bölümü dağ fare doğurdu diye yorumlanabilecek kararlarla sona erdi.
Soykırımın önceli olarak vatandaşlık dışına itme hamlelerinin faşizmin alameti farikası olduğunu biliyoruz. Saray rejimi, son dönemde giderek çok daha fazla kesimi vatandaşlık haklarının güvencesinin dışına doğru itiyor. Kobane Davası denen ucube, Kürtler için uygulamanın ne boyutlarda işlediğini gösteriyor. Eve hapsedilmeye direnen kadınlar ve LGBTİ bireyler benzer bir tehdit altında. 1 Mayıs Platformu’nun eylemlerinde sergilenen şiddet ve polis terörünün boyutları, gündelik gelire muhtaç milyonlarca emekçinin gelir güvencesinden mahrum bir biçimde “tam kapanma”ya zorlanması ve hatta gayet keyfi bir biçimde hayata geçirilen içki yasağı benzer bir vatandaşlık sahası dışına itmenin çeşitli tezahürleri olarak görülmeli ve hiçbiri hafife alınmamalı. Son zamanlarda anlamsız bir ezber haline dönüşmeye başlayan “ekonomik alan dışında muhalefet iktidara kazandırır” tutumunun sınırlarını aşarak eşit vatandaşlık ilkesinin hayata geçirilebilmesi için faşizmin yenilmesinin bir zorunluluk olduğu görmezden gelinmemeli. CHP’li Öztrak Paşa’nın HDP’ye dönük salvoları, Ümit Özdağ’ın ağzından salyalar saçarak Nihal Atsız replikleri eşliğinde Garo Paylan’ı tehdit etmesi de faşizmin sınırlarının doğru değerlendirilebilmesi açısından not edilmeli.
1 Mayıs’ta “faşizmi yeneceğiz” derken Saray Rejimi’nin ayrıcalıklarını gözlerimize sokmaktan zevk alan dar çekirdek tabanı dışında en geniş toplumsal kesimlerin eşit vatandaşlık haklarının güvence altına alınabilmesi talebinin sözcüsü olarak da hareket edeceğiz.