Mezarlıkta ıslık çalarak gezmek

Mezarlıkta bizler için kazılmış mezarların etrafında ıslık çalarak gezmeye devam ettiğimiz müddetçe, günün acil görevlerine yoğunlaşma ısrarımızı ortaya koyamadıkça gelişmelerin ardından sürüklenmeye devam etmemiz kaçınılmaz görünüyor.

Faşizmin kurumsallaşma hamlelerinin yeni bir evresi ile karşı karşıyayız. Türkiye’deki siyasi rejimin ne olduğu tartışmalarında mutabık kalınan ana tespit, faşizmin kurumsallaşma aşamasında olduğuna dair bir sürecin içerisinde olduğumuz. Toplumun devleti dengeleme ve denetlemeye dair tüm mekanizmalarının ilgasına dayalı bu süreç uzunca bir süredir engebeli bir yolda ama hızla ilerliyordu. Bir taraftan faşizmin olmazsa olmazı, onu diğer geleneksel otoriter rejim tiplerinden ayıran alt-orta sınıfların belli fraksiyonlarının aktif desteği son dönemlerde yaşanan çoklu krizlerin etkisiyle belli bir tempoda erozyona uğramaya, çözülmeye devam ediyor. Bu erozyon, iktisadi ve siyasi rant dağıtma olanaklarının konjonktürel gerilemesiyle birlikte iktidar kozası içindeki gerilimleri ve tedirginliği de artırıyor. Küresel konjonktürün ne yöne doğru akacağına dair geçiş süreçlerine has belirsizliklerin yaratacağı olası basınçlar, ekonomi bürokrasisinin kumandasının küresel sermayenin şimdilik büyük bir aşkla ve hayranlıkla bağlandığı bir ekibe devredilerek yumuşatılmaya çalışılıyor ve en azından şimdilik kayda değer bir mesafe kat ediyor. İktidarın rant dağıtma ve patronaj ilişkilerindeki daralmayı, şimdiye kadar özerkliğine fazla müdahale etmediği alanlara girerek genişletme çabaları ise, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan direnişin gösterdiği gibi, her zaman iktidar açısından öngörülemeyen riskler üretmeye gebe. İktidarın rıza üretebilmek için tabanını iktisadi olarak beslemeye devam zorunluluğunun ülkenin dört bir yanında çeşitli ölçek ve boyutlarda direnişleri tetiklediği de ortada. İşçi sınıfının özellikle en güvencesiz kesimlerinin öncülük ettiği direnişler; Çorum, Kayseri, Konya gibi sınıfın geleneksel merkezlerinin dışında dahi önemli bir öfke ve direnme kapasitesi birikimini ortaya koyuyor. Saray rejimi, rıza üretiminde yaşadığı mevzi kayıplarını zor aygıtlarını daha da öne çıkararak telafi etmeye çalışıyor. Mafya babalarının mektup seferberliği ile desteğine gönül indirecek kadar yoğun bir korkutma ve sindirme kampanyasına duyulan ihtiyaç; istibdat, işsizlik ve gelecek hırsızlığı karşısında isyan kıvılcımları çakan gençlerin “aşağıya bakmıyoruz” kararlılığı karşısında daha da büyüyor.

Böylesi bir momentte ortaya atılan anayasa meselesinin bir taşla birkaç kuş avlamaya niyetli olduğu açık. “AKP’yi sarmalayan MHP vesayeti” hikayelerine inanmaya açık belli bir kesim için yeni senaryolar üretme motivasyonu oluşturmak hedeflense de Boğaziçi Direnişi karşısında sergilenen tutumlar, bu iflah olmaz iyimserlerin bile hevesini kıracak düzeyde. Esas olan ise iktidarın seçimle meşruiyet kazanabilme kapasitesinin daralması karşısında farklı kalıcılaşma planlarının hayat geçirilmesinin hedeflenmesidir. Bu anayasa tartışması ister istemez, Güney Kore’de 1961-1979 yılları arasında iktidarı elinde tutan Park Chung Hee’nin muhalefetin güçlenmesi karşısında 1972 yılında zorla kabul ettirdiği Yushin Anayasası’nı hatırlatıyor. Meclisi fesheden, ülke çapında sıkıyönetim ilan eden ve “uluslararası şartların ülkeyi bir beka problemiyle karşı karşıya bıraktığını” iddia eden Park, yeni bir anayasa hazırlatmıştı. “Yenilenme” anlamına gelen Yushin adıyla anılan metne göre, tüm yasama-yürütme yetkileri başkanda toplanmış, görev süresi altı yıla uzatılmış ve seçilebilme sayısı ile ilgili sınırlama kaldırılmıştı. Halkın doğrudan başkanı seçme yetkisi de elinden alınıyordu, seçimler sadece başkanı seçecek Seçici Kurulu oluşturmak için gerçekleştiriliyordu. Meclisin üçte birini doğrudan atama yetkisi de kazanan başkan, geniş kararname eliyle yönetme yetkileriyle de donatılmıştı. %90 gibi yüksek bir oyla kabul edilen anayasa, Park’ın tüm azalan popülaritesine ve zaman zaman ortaya attığı “demokrasiye dönüş” vaatlerine rağmen bir münakaşa sonucunda istihbarat örgütü başkanı tarafından öldürüldüğü 1979 yılına kadar devam etti. Yushin Anayasası’nın Seçiciler Kurulu’nun, Türk sağının güdük ideolojik sembolü Necip Fazıl tarafından Başyüceler Meclisi adıyla İslamcı-Türkçü faşist zihniyet dünyasına zerk edildiğini ve bugünlerde de üzerine zihinsel egzersizler yapıldığını biliyoruz. Türkiye’de şu anda uygulamada olan rejim yukarıda anlatılan içeriğin önemli bir kısmına şimdiden haiz zaten. Ancak seçimlerin olası baş ağrısı etkilerinden kurtulma arayışı yeni hukuki garabetleri gündeme getirecektir.

1970’ler Güney Koresi ile 2020’ler Türkiyesi arasında bu oranda benzerlikler bulunabilir mi? Teşbihte hata olmaz derler, 1971 seçimlerinde %44 oy alarak Park’ı beka tehdidi ile karşı karşıya bırakan muhalefet bu gidişatı engelleyememişti. Buradaki restorasyoncu muhalefetin sergilediği pespaye görüntüler, faşizme rıza göstermeyen devasa bir kitlenin politik önderliği tarafından atalete itilmesinin olası yıkıcı sonuçları üzerine düşündürüyor.

Böylesi yıkıcı sonuçların aşılabilmesi noktasında sosyalistlerin çok daha etkin bir rol oynaması gereken bir momentteyiz. Restorasyoncu muhalefetin bu paçozluğunda dahi sosyalistlerin ciddi bir anti faşist güç birikimi yaratamamasının etkisi büyük maalesef. Boğaziçi Direnişi, örgütsüz kitlelerin zaman zaman onlarca örgütten çok daha etkin bir muhalefet odağı haline dönüşebildiğini gösterdi. Kitlelerdeki direnme yetenek ve kapasitesinin varlığı belli aralıklarla kendisini açıkça ortaya koyarken, zor aygıtının aleni tehditlerine rağmen devletin el yükseltmesine el yükselterek karşılık verilebilirken ülkemizdeki sosyalist birikimin bu eğilimi çok daha güçlü ve sürekli biçimde güçlendirecek ve görünür hale getirecek bir yığınağı yaratabilmesi hayati önem taşıyor. HDP’nin üzerindeki olağanüstü basınç karşısında faşizme karşı yeni cepheler açılamadığı müddetçe süreçte yapısal farklılıklar yaratabilmesi neredeyse imkânsız. Sosyalistlerin soldan daha etkili bir kuşatma yaratamadığı sürece restorasyoncu muhalefetin faşizmle bir biçimde uyumlaşma zeminine çekileceği de görülebiliyor.

Sosyalistler olarak güvencesiz emekçi yığınların güvence talebiyle, faşist diktatörlük karşısında nefes alamayan alt-orta sınıfların, kadınların, gençlerin, Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere rejimin vatandaşlık hakkını fiilen askıya aldığı kesimlerin özgürlük taleplerinin eklemlendiği bir tarihsel blok inşa etme olanağına sahibiz. Ancak bu olanağı yaratabilmek için faşizmle mücadele konusunda çok daha net bir oydaşma ve kararlılığa ihtiyacımız var. Solun bir kesimi toplumsal hareketlerin açtığı en ultra modern mücadele alanlarına akın telaşındayken onlarca yılın antika niteliği kazanmış ezberlerini, artık anlamını kaybetmiş genel doğrularını nakarat gibi saymaya devam ediyor. Somut durumun somut tahlili arayışları ezberler yığını altında eziliyor, sonu gelmez bir kendinden memnuniyet hali, ataleti her daim diri tutuyor. Faşizmin ilerleme evrelerine karşı somut güçler üzerinden mücadele iş birlikleri geliştirmiyor, kendi örgütsel yapısını bir biçimde ayakta tutmayı faşizmle mücadelenin yerine ikame ediyor. Demokrasinin son kırıntılarının da imhasını, Leninist görünümlü yanlış bir bilinçle ciddiye almayan bir görüntü sergiliyor. Mezarlıkta bizler için kazılmış mezarların etrafında ıslık çalarak gezmeye devam ettiğimiz müddetçe, günün acil görevlerine yoğunlaşma ısrarımızı ortaya koyamadıkça gelişmelerin ardından sürüklenmeye devam etmemiz kaçınılmaz görünüyor.

Olanakları da riskleri de çok büyük bir dönemdeyiz.