Göze göz, dişe diş
Ülkenin büyük bir kısmından esirgenmiş bir özerkliği için kendi steril alanlarını terk etme, özgürlük mücadelesine en azından bir dönem önderlik etme kararlılıkları ise onları anti-faşist kitlelerin dönemsel dinamosu haline getirmektedir.

Boğaziçi Direnişi devletin el yükseltmesine el yükselterek cevap verdi. Devletin “kendi haline bırakarak sünmesini ve çözülmesini” beklediği direniş bu yöne doğru ilerlemeyince ilk günlerin süt dökmüş kedisi Bulu, vampir dişlerini göstermeye başladı.
Devletin zor aygıtı tam kapasite devreye girerek hareketi ezmeye girişti. Şeriatçı paramiliter unsurlar tehdit menüsünün bileşeni olarak masaya sürüldü. Sümsük muhalefet tarzıyla CHP’li Faik Öztrak, devletin el yükseltmesine yol verdi. Fakat pazartesi ve salı yaşananlar yani direnişin devletin el yükseltmesine sinerek değil de kora kor bir yanıt üretmesi, uzunca bir süredir ümitsizliğe sürüklenen faşizme örgütlenmeyen kitlelere yeni bir direnç, yeni bir kararlılık nefesi oldu. Devletin süreç yönetimini büyük bir başarısızlık olarak gösteren bu dirençtir.
Faşizm istikrarsızlaşma olasılığına karşı sokakları bir işkencehaneye çevirme hamlesine girişti. Polislerin direnişçilere bir sokak kavgasındaymışçasına saldırmaları aslında durumu yönetme açısından düştükleri sefaletin bir itirafı olarak da okunmalı. “Aşağı bak” talimatının büyük bir özgürlük çığlığı yaratması, hareketin kendi mitolojisini ve duygusunu üretmesi hafife alınamayacak kadar büyük kazanımlardır. Faşizme karşı direnebilmenin mümkün olduğunun gösterilebilmesi bu momentte büyük önem taşıyordu, Boğaziçi Direnişi bunu başardı. Faşizmin gücünün, kendisine karşı direnilemeyeceği bilincini üretmesinden kaynaklandığı düşünülürse son birkaç günün kazanımlarının ne büyük olduğu anlaşılacaktır. Kılıçdaroğlu ne kadar ağlarsa ağlasın bu gerçek buz gibi ortada.
II. Mahmut sonrası geç Osmanlı merkezileşmesinin yarattığı bütün gerilimler o döneme kadar özerkliğini korumuş entitelerin otonom alanını ezme çabası ve buna karşı yaşanan direnişlerden kaynaklanır. Cumhuriyet projesi de “halk egemenliğini” söylemsel olarak öne çıkaran tüm yönlerine rağmen bir tikellik ve ahenk yaratma arayışını aynen devralmıştır; dolayısıyla aynı gerilimleri de yüklenmiştir. Bu gerilimler Ermeni Soykırımı’nın da ortaya koyduğu gibi sınırsız bir şiddet biçimini alabilir, Takriri Sükun sonrasında Kürdistan coğrafyasında yaşananlar ve Dersim Tertelesi bu hattın sürekliliğini ortaya koyar.
Geleneksel Türkiye tarihi okuması, merkezi idarenin güç kaybettiği tüm dönemleri yıkımın temel sebepleri olarak kodlar. Oysa Şeyh Bedreddin Ayaklanmasının Fetret Devri adı verilen merkezi otoritenin fiilen çöktüğü dönemde yaşanması tesadüf değildir. Otoritenin çökmesi alt sınıflar için özgürleşme olanağını büyütür. Merkezi otoritenin periferik güç merkezleri tarafından dengelenmesi ve onun karşısında görece güvenceli bir özerklik elde etmesi tarihsel gelişim açısından son derece önemlidir. Avrupa’da modern tarihin bol miktarda özgürleştirici halk hareketi ile yüklü olması, demokrasi fikriyatının böylesi bir zeminden güçlenebilmesi de feodal döneme özgü parçalı iktidarların kazandığı istikrar ve merkezi iktidarla didişme kapasitelerinden kaynaklanmıştır. Doğu’da toplumsalı oluşturan temel motifin adalet olması karşısında Batı’nın özgürlük düşüncesine daha geniş bir alan açmasının arkasında da böylesi bir sosyoloji bulunmaktadır.
20. yüzyıl sosyalizminin yenilgisinde de böylesi özerkliklerle ilişkilenmeyi başaramamasının ve onları boğmasının önemli bir rolü vardır. Halk iktidarında bir kurumun halkın kurumu olmasıyla özerk olması arasında mutlak bir çelişki bulunur mu? Yoksa geçiş sürecinde devletin varlığı koşullarında devlet iktidar karşısında özerk bir alanı olması gerçekten halkın kurumu olabilmesinin yegâne güvencesi midir? Bu soruların doğru cevaplarını üretebilmek durumundayız.
Bugün Boğaziçi Direnişi’nin özerklik talebi ekseninde yarattığı enerjiye de bu arka planla yaklaşmakta fayda var. Faşizm koşullarında, Mussolini’nin deyimiyle “Her şey devlet içinde, hiçbir şey devlet dışında değil” dayatması karşısında ülkenin görece ayrıcalıklı bir kesimi olarak algılanabilecek ve şimdiye kadar kısmi bir dokunulmazlıktan yararlanan kesimlerinin faşizmin kendi sahalarını da işgal etme çabalarına karşı yarattıkları enerji ve kendilerini “dokunulabilirler” sahasına atma kararlılığı son kertede ülkenin büyük bir kısmından esirgenmiş bir özerkliği koruma çabasından kaynaklanıyor. Bunu korumak için kendi steril alanlarını terk etme, özgürlük mücadelesine en azından bir dönem önderlik etme kararlılıkları ise onları anti-faşist kitlelerin dönemsel dinamosu haline getirmektedir. Siyasetin son derece üretken ve büyüleyici alan olması da böylesi sıra dışı eklemlenmelere açık olması, olanakların hiçbir zaman tükenmemesine yol açan bir olasılıklar dizgesine tanım gereği sahip olmasıdır.
Anti-faşist mücadelenin kaderi sünepe muhalefetin çerçevesini ve uyutma stratejisini kıran, enerjisini halkın başat sorunları olan işsizlik ve yoksulluğa karşı güvence arayışıyla bütünleştirebilen, Boğaziçi Direnişi’nin de bir halkası haline geldiği ve iktidarın insicamını bozan momentleri süreklileştirebilecek bir devrimci iddianın varlığına bağlıdır. İslamcı-Türkçü faşizmin giderek totaliter nitelikler kazandığı bir momentin devrimci aktörü özgürlük talepleriyle eşitlik ve güvence mücadelesini birleştirebildiği oranda etkinlik kazanma olanağı bulacaktır.