En Sıcak Kış

Bugün başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenlerin sömürüye öfkesinin ve güvenceli bir gelecek mücadelesinin siyasi arenaya yansımadığı koşullarda restorasyon belki ama demokrasi asla mümkün olamayacaktır.

Sedat Suna/EPA

Pandemi sonrası yaşanan sıkıntıların zirve yapacağı bir altı ayın içindeyiz. Bu altı ayın bir seneye çıkıp çıkmayacağı yaz döneminde açılmanın artan turizm gelirleriyle birlikte yaşanıp yaşanmayacağına ve Türkiye’nin ihraç ürünlerine Avrupa’da aşılama sonrası canlanması beklenen iç talebin ne oranda yöneleceğine bağlı. Pandemi sonrası toparlanma hâlen önemli oranda kırılganlıklar barındırıyor.

Saray Rejimi, toparlanmanın geçtiğimiz yaz yaşanabileceğini hesap ederek çok erken faiz indirimine gitti ve sonbaharda jet hızıyla duvara tosladı. İktidardaki İslamcı, milliyetçi, ulusalcı sağ ittifakın ekonomideki sorumlusu İslamcılar olduğu için ödenen bedel de onların hanesine yazdı. İslamcılar, vezirlerini kaybettiler. İttifak içerisindeki politik dengelerin ırkçı kanat lehine dönmesinde bu gelişmenin payı büyük.

ABD seçimlerinde Biden’in kazanması ve kabinesini McGurk başta olmak üzere Saray rejimini çileden çıkaracak isimlerle doldurması Türkiye’nin alt-emperyalist hamlelerini, yeni küresel dengeler belirginleşene kadar sınırlayacak etkilere sahip. Bu da iktidarın ekonomideki kan kaybının yarattığı tahribatı iç siyaset hamleleri ile savuşturma çabalarını arttıracağı anlamına geliyor. Dış siyaset, önümüzdeki sene restorasyoncu muhalefeti sersemletme amacıyla daha az kullanılabilecek.

Rejimin kendisi dışında bir seçeneğin var olduğu algısını kırabilmesinin iki önemli hamleye bağlı olduğu düşünülebilir. Bunlardan birincisi HDP’yi kapatma hamlesidir. Kobane Direnişi sürecinde yaşanan eylemlerin ana gerekçe haline getirileceği bir dava sürecinin, partinin kurumsal kimliğini işlevsiz kılacak bir kapatma ile sonuçlanması neredeyse bir Kırmızı Pazartesi öngörüsü. AKP’nin ayak sürüme tavrı muhafazakâr Kürt seçmenle bağını koruma arzusundan kaynaklanıyor ancak bu durum onun açısından HDP’nin kapatılmasını stratejik bir hedef olmaktan çıkartmıyor. Demirtaş’ın serbest kalması bu stratejik hedefle %100 çeliştiği için politik sürecin temel dinamikleri değişmedikçe mümkün değil. AB’ye dönük yanaşma çabalarının sınırı burada. İlişkilerin iktisadi alanla çerçevelenmesi ve siyasi taleplerin “huzur bozucu” etkilerinin olabildiğince ötelenmesi, burada özellikle Almanya ile gelişkin ekonomik ilişkilere bel bağlanması Saray rejiminin ufkunu oluşturuyor. HDP’nin kapatılması, yeni bir partide kurumsallaşmasının geciktirilmesi (yeni partinin kuruluş dilekçesi kabul edilmiyor) ve partinin seçimlere bağımsız olarak katılabilmesinin engellenmesi sanıldığının aksine iktidar bloğunun İslamcı, ırkçı, ulusalcı tüm kanatlarının ortaklaştığı bir noktadır. HDP’nin kaderi, Türkiye’nin “normalleşme” umutlarının ana parametresi haline gelecek. Restorasyoncu muhalefet ve onun peşindeki “benim canım yanmadan bir normalleşsek” zihniyetindeki orta sınıf kitleler bu gerçekle ne düzeyde helalleşebilme kapasitesine sahip? 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında demokratik muhalefetin yaşadığı çöküşün tüm faturasını Kürt direnişine çıkaran kafa yapısı bu konuda ciddi zaaflarla yüklü.

İktidarın ikinci hamle alanı ise sağa doğru çözülme kanallarını kapatmaya dönük girişimlerle çerçeveleniyor. Burada ırkçı kanadın çok iyi bildiği kontrgerilla teknikleriyle inisiyatif aldığını gözlemleyebiliyoruz. Bu alanda yaşanan gerilimlerin süreklileşmesinin önünde bir engel yok. İslamcı kanadın vezirinin düşmesi sonrasında daha bir dillenen Bahçeli, iktidar alanının genişlediğini göstererek güç tapıncı müptelası ve devlette kapıkulu mevki arayışıyla büyülenen taşra küçük burjuvazisine ve lümpen proletaryaya selam çakıyor bir yandan da. Ancak bu alandaki hamlelerin yeterince itinalı bir biçimde ele alınmaması, ırkçılardan farklı olarak devletten korkma içgüdüleri daha belirgin İslamcılardaki oyunun sonunda tasfiye edilme korkularını kışkırtıyor. Berat’ın istifa açıklamasının son cümlesinin “Allah sonumuzu hayır etsin” olması unutulmamalı. Bahçeli, Erdoğan’ın hamle seçeneklerini sınırlamaya çalıştıkça İslamcılardaki bu gerilim daha da yükseliyor.

İktidar bloğunun içindeki fay hatları egemen sınıf fraksiyonlarının beklenti ve kapasiteleri arasındaki karşıtlıklardan da temelleniyor. Saray’ın finans kapitalle ve küresel sermayeyle güven ilişkisi geliştirme arayışları negatif faizsiz ve devlet desteksiz ayakta duramayacak hale gelmiş esnaf ve KOBİ ölçeğindeki küçük ve orta burjuvazinin öfkesini çekiyor. TOBB Başkanı’nın açıklamasına yanıt veren Erdoğan’ın “faizleri aşağı çekeceğiz” mealindeki açıklaması sonrasında Ağbal-Elvan ekibi ciddi mesai harcayarak sermaye kaçışını şimdilik durdurabildi ancak yaşanan küçük türbülans rejimin kendi sosyal tabanı ile kurduğu ilişkilerin konsolidasyon dinamiklerinin ne derece iç çelişkilerle malul olduğunu da açıkça sergiledi.

Ufku restorasyon ile sınırlı olmayan ve krizden devrimci bir dönüşüm yaratmak için faydalanmak isteyen kesimler en geniş kesimlerin içinde bulunduğu bir “demokrasi cephesine” mi yoksa “sokak vurgusu” ön planda bir “anti-faşist cephe” arayışına mı öncelik vermeliler? 

Bu sorunun cevabı İslamcıların işçi sınıfı üzerindeki hegemonyalarının ciddi oranda zayıflamasına rağmen hala ayakta kalmasının nedenleri üzerine düşünmeden ve eylemeden cevaplanamaz. Bugün yukarıdan aşağı bir politik sınıf hareketinin inşası için muazzam olanaklar mevcut, pandemi sınıfın neredeyse tüm öbeklerini tarumar etmiş vaziyette. Liberal aydınların en sevdiği gündem “kutuplaşma”yı da köklü bir biçimde dönüştürecek bir potansiyel sınıfın yaşadığı koşullarda gizli. Bu koşullara müdahaleyi önceleyen, acil sorunlara neoliberal tahribatı aşacak bir programatik çözüm öneren bir devrimci birliktelik sokağın da kilidini açacak olanakları yaratabilir. Ancak kendisini hızla izole ederek, kitlesel mücadeleye önderlik edebilme becerisi geliştirme noktasındaki yetersizliğini sokak fetişizmi ve devrimci jargonla örtmeye çalışan çabalar ne kadar saygıdeğer olsa da ihtiyaca yanıt üretmeyecektir. Bugün anti-faşist cephe tartışması somut ihtiyaçlar üzerinden değil “sol komünist” fetişler ve niyetler üzerinden yürüyor.

Öte yandan devrimci demokrasi arayışlarını, restorasyoncu bloğun kanatları dışına çıkamadan hayata geçiremeyen bir “demokratik sol”un da ihtiyaçlara yanıt üretemeyeceği açıktır. Esas olan anti faşist cephe ve en geniş “demokrasi cephesi” kurma çabalarını karşıtlık içinde değil birbirini mümkün kılacak bir diyalektik bütünlük içinde düşünmektir. Bugün başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenlerin sömürüye öfkesinin ve güvenceli bir gelecek mücadelesinin siyasi arenaya yansımadığı koşullarda restorasyon belki ama demokrasi asla mümkün olamayacaktır. Restorasyoncu bloğa güvenmeyen, ondan farklılığını açıkça ortaya koyan, onu baş düşman haline getirmeyen ancak faşizmin kurumsal derinleşmesine karşı onu da kapsayan ve ileri iten, sınıfın öz gücünü politik bir kitle hareketi ile ortaya çıkartmaya çalışan bir devrimci birliktelik, ana rengini egemen sınıf fraksiyonlar arası mücadelenin verdiği tabloyu köklü bir biçimde dönüştürecektir. Güvence Hareketi’nin arkasında “Bu düzende güvence mümkün mü?” basit mantığına sığmayacak böylesi bir inşa çabası bulunmaktadır.

Kalyon’da çalışan inşaat işçilerinin haysiyetlerine yapılan saldırıya karşı gösterdikleri tepki bana bunları düşündürttü bir kez daha…