Utku Balaban: “ABD’de radikal sağın önüne geçebilecek şey protesto değil örgütlenme”
ABD’de Trump’ın, Kongre baskını sonrası görevden alınması için Temsilciler Meclisi’nde bugün oylama yapılacak. Siyaset bilimci Doç. Dr. Utku Balaban, ABD’deki yeni durumdan hem dünyanın hem de Türkiye’nin öğrenmesi gereken şeyler olduğu görüşünde.

ABD Kongresi’nin 6 Ocak’ta Trump taraftarları tarafından basılışı büyük bir şaşkınlık ve ilgiyle takip edildi.
Trump uzun zamandır seçim sonuçlarını kabul etmemek için elinden geleni ardına koymayacağının sinyalini vermiş olsa da Amerikan tarihi açısından yaşananlar şok etkisi yarattı.
20 Ocak’ta başkanlık görevini Demokratların adayı ve başkan seçilen Joe Biden’a bırakacak olan Trump’ın, 25. madde kapsamında görevden alınıp alınmayacağı veya azledilme tartışmaları sürüyor.
Trump’ın başkanlık yetkilerini elinden alacak 25. Madde bugün Temsilciler Meclisi’nde oylanacak.
Trump’ın dört yıllık iktidarı boyunca ve ardından yaşanan gelişmeler dünyanın sıcak gündemini oluşturmaya devam ederken son gelişmeleri ve bunların olası etkilerini ABD’de yaşayan siyaset bilimci Doç. Dr. Utku Balaban’a sorduk.
ABD’de yaşanan olaylar ülkede kutuplaşmanın vardığı boyut hakkında nasıl bir tablo ortaya koyuyor?
ABD’de bir siyasi gerginliğin olduğu doğru fakat bu gerginlik yeni değil, Donald Trump’ın başkanlığı ile ortaya çıkmış hiç değil. Bu gerginlik 1970’li yıllarda ‘Yeni Hristiyan Sağ’ hareketinin güç kazanması ve Ronald Reagan’ın 1981’de başkan seçilmesiyle birlikte Cumhuriyetçi Parti’nin ekseriyeti Avrupa kökenli sağ seçmene daha da yakınlaşmasıyla başladı. Bu seçmen kesimini bir arada tutan temel unsurlardan biri Afrika kökenliler başta olmak üzere Avrupa kökenli olmayanlara dönük ırkçılıkları.
Dolayısıyla bir gerilim var fakat bunu ‘kutuplaşma’ kavramı üzerinden okumak ne kadar doğru, emin değilim. Ne kastettiğimi açmak için ‘kutuplaşma’ kavramına dair bir not düşmek isterim. Bu, ideoloji mefhumuna işaret eden ve ideolojik ayrışmaların derinleştiği, keskinleştiği tarihsel konjonktürlerin siyasi iklimini tarif etmek için kullanılan bir kavram. Yani kimliklerden ziyade fikirlerle ilgili çatışmalı hâli tarif etmeye yarar.
Bu nedenle ‘kutuplaşma’ mefhumu ABD’de yaşanan olayları anlamamıza kısmen yardımcı oluyor çünkü gerilimin ‘fikri’ kısmına baktığımızda, yani kimliklerden azade ve en azından kâğıt üstünde herkesin benimseyebileceği veya reddedebileceği düşüncelere yoğunlaştığımızda iki tarafın da ortaklaştığı birçok unsur yakalayabiliyoruz. Örneğin, Demokrat Parti’nin kamusal sağlık sigortası fikrini destekleyen Bernie Sanders gibi adayların önüne set çekebildiğini ve bu yönüyle, özelde Trump ve genelde Cumhuriyetçilerden çok da farklı bir yerde durmadığını görüyoruz. Benzer şekilde Cumhuriyetçiler açısından kamusal eğitimin kısıtlanması çok önemli çünkü kamusal olmayan eğitim bu ülkedeki özellikle farklı etnik ve ırksal gruplar arasındaki eşitsizliklerin devamını sağlayan temel mekanizmalardan biri. Bu konuda da Demokratlar işe yaramayacak önlemler dışındaki dönüştürücü politika seçeneklerine kendilerini kapatıyorlar.
Gerginliğe ilişkin unsurlar ise başka konulara yoğunlaşmış durumda. Örneğin polis gücünün yeniden yapılandırılması, silah taşıma hakkının korunması ve genişletilmesi, ülkenin köleci dönemi hatırlatan ve yücelten simgelerden arındırılması, kürtaj hakkının ilgası… Her konu son derece önemli fakat diğer taraftan Cumhuriyetçilerin ve aslında bir yönüyle Demokrat Parti elitlerinin yeniden üretimi için çaba harcadıkları yapısal ırkçılığın ana bileşenleri tartışma sınırları dışında kalıyor.
Bu tür üç bileşen görüyorum. Birincisi kent planlamaya ilişkin. Her ne kadar eyalet ve kısmen il seviyesinde farklı siyasi görüşlere sahip insanlar nispeten heterojen şekilde dağılmışsa da ilçe ve mahalle seviyesinde ABD’de siyasi ve kimliksel açıdan farklı kesimler birbirlerinden büyük oranda kopuk şekilde yaşıyor. Yani ‘kutuplaşma’ olmasa da ‘ayrışma’ bir hâliyle zaten derinlikli biçimde var. Trump taraftarları ve karşıt fikrin bayraktarlığını yapan liberal demokratlar bu kopukluğu azaltacak yapısal reformlara sıcak bakmıyorlar.
İkinci bileşen siyasi rejimle ilgili. ABD’de farklı seviyelerde ve farklı konumlara dönük birçok seçim çoğunlukçuluk ilkesine uygun yapılıyor. Yani en çok oyu alan her şeyi kazanıyor. Bu da iki sonuca yol açıyor. Birincisi etnik ve ırksal azınlıkların kendilerini ayrı siyasi oluşumlarda temsil edebilmelerinin önü kapanıyor. İkincisi Trump taraftarları gibi aşırı sağcılar seçim kazanmak dışında gayesi olmayan Cumhuriyetçi Parti’yi oy oranlarının çok ötesinde bir güçle etki altına alabiliyorlar.
Son unsur ise kapitalist üretim ilişkilerine dair. Her iki taraf kapitalist üretim ilişkilerinin en azından daha ‘Avrupai’ bir yönelimle reforma tabi tutulmasına şiddetle karşı çıkıyor çünkü ABD’nin başarısının mevcut ve kamu düzenlemelerini asgariye indirgemeyi hedefleyen fikriyat olduğunda ortaklaşıyor.
Bu saptamalardan hareket edersek bir gerilimin mevcudiyetine fakat aynı zamanda bu gerginliği ‘kutuplaşma’ olarak adlandırmadan önce daha detaylı bir değerlendirmeye ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
Öte taraftan, gerilimin tezahür ediş biçiminin kaygı uyandırdığına kuşku yok. Bunu kamuoyuna açık platformlarda da dile getirdim; açıkçası Donald Trump’ın bu seçimi kazanacağına inanıyordum. Seçim gecesi ilk sonuçlar alındığında da bu minvalde büyük bir umutsuzluğa kapıldım. Nitekim, nihai öngörüm –iyi ki- yanlışlansa da Trump sadece 2016’ya göre oyunu 10 milyon arttırmakla kalmadı son altmış yıl içinde Cumhuriyetçi başkan adayları arasında Avrupa kökenli olmayanlar arasında en yüksek oy oranına ulaştı. Yani Biden Trump’tan daha iyi performans sergiledi fakat Trump da 2016’ya göre etkinliğini arttırdı. Genel olarak ABD’de 1900 yılından beridir en yüksek oy kullanma oranına ulaşıldı. Mevcut gerilim insanları sandığa itti. Trump Biden karşısında kaybetti fakat geçmiş tüm Cumhuriyetçi siyasetçiler karşısında bir zafer kazandı.
Trump’ı taraftarlarını meclise saldırtmaya cesaretlendiren de seçimi kaybetse de modern tarihin en yıkıcı salgınına rağmen gösterdiği işte bu başarılı performans oldu.
Bu uzun özetten sonra sorunuza dönersem ben gerginliğin arttığına değil, görünür hâle geldiğine inanıyorum. Afrika kökenli bir işçi dün de mahallesinde polisçe nedensizce öldürülebiliyordu, bugün de öldürülebiliyor. Aynı işçi dün de eğitim sisteminden, yüksek ücretli işlerden, suç oranının düşük olduğu mahallelerden ve oy verme hakkından mahrum bırakılıyordu; bugün de mahrum bırakılıyor. Şu notu da düşeyim: Afrika kökenli işçilerin Avrupa kökenli işçilerle arasındaki ücret farkı küçülmüyor, hatta yavaş da olsa artıyor. Daha çarpıcı olan ise Afrika kökenli işçi sınıfı ve orta sınıf arasındaki ücret makası da hızla artıyor. Bu dinamikler ise güncel tartışmalar içinde pek yer bulamıyor. Yani sınıf boyutu ihmal edilse de bugün bu meseleler hem biraz daha görünür hâle geldi hem de bu meselelerin çözümünü engellemek isteyen kesimlerin saldırganlığının görünürlüğü biraz daha arttı. Yani önümüzdeki yıllarda sosyolojik açıdan daha ‘şeffaf’ bir siyaset mecrasının inşasına tanık olacağız.
Buradaki siyasetin etkisi dünya ülkelerine nasıl olur? Toplumsal sorunlar neler olabilir?
Dünya geneli ve Türkiye için fikirlerimi paylaşayım.
Dünya geneli için önce şunun altını çizmek gerekir. Otoriter liderlikler sadece içeriyi baskı altına alarak değil dışarıda da kendilerine benzer iktidarlarla ittifak kurarak, yani bir tür ‘yeni küresel nizam’ oluşturarak ayakta kalabilir. Bu nizamı kuran ve otoriter liderliklerden müteşekkil ittifaklar geliştikçe burjuva demokrasisi üzerindeki baskı da artar.
Bu seçim farklı ülkelerdeki otoriter liderlikler arasındaki ittifakı geriletebilir ya da gelişimini yavaşlatabilir. Trump bu liderlikleri bir hayli cesaretlendirmişti diyebiliriz. Yeni yönetim zamanın akışını tersine çevirmeyecek elbette fakat, dediğim gibi, bu tür bir ittifakın daha da gelişmesini sağlayacak adımlar atmayacağı ümidindeyim.
ABD’deki seçimin ve devam eden gerilimin de Türkiye’ye dair önemli etkileri olacağı kanaatindeyim. Bu kanımı da 2000 yılında Al Gore ve George Bush arasındaki diğer bir tartışmalı başkanlık seçimini hatırlatarak temellendireyim. O seçimde Gore’un kazandığına ilişkin emare mevcuttu fakat Bush’un takımı türlü desiselerle Florida’daki tartışmalı oyların sayımının önüne geçerek Bush’un başkanlığı kazanmasını sağladı.
2000’deki bu seçimin arkasından Irak işgali ve Türkiye’de bu işgalin tahkim ettiği İslamcı iktidar geldi. Birçoklarınca Gore başkan olsaydı Irak işgal edilmeyecekti ve belki de İslamcı iktidar bu denli uzun süre iktidarda kalamayacaktı.
Bu örnekten hareket ettiğimizde ABD’deki yeni durumun hem dünyaya hem de Türkiye’ye önemli bir etkisi olacağına inanıyorum. Irak örneğini hatırladığımızda Türkiye’deki muhalefetin bu etkiyi küçümsememesi ve etkinin olumlu olması yönünde çaba sarf etmesi gerekir ki bu açıdan önemli bir konu Kürt Sorunu. Fakat Trump’ın bıraktığı garip mirasın ağırlığı altında Biden hükümetinin gündemine bu meseleyi sokmak da elbette en başta yine bu sorunlardan etkilenenleri ilgilendirmekte.
ABD özelinde gördüğümüz üzere radikal sağın önüne geçmek için yapılması gerekenler nelerdir? Demokratlara nasıl görevler düşüyor?
Bu sorunun cevabı hem Türkiye hem ABD için aynıdır ve kısadır: Protesto değil birebir örgütlenme. Protesto bir anayasal haktır, kısıtlanamaz anayasal bir hak olmalıdır. Protesto muhalif kesimler ve radikal sağa karşı çıkmaya niyetliler için sosyal ortaklaşalık zeminleri üretir. Fakat burada detayına giremeyeceğim çok sayıdaki etmen nedeniyle bir siyasi eylemlilik olarak protestonun kitlelerin fikirleri üzerine etkileri her zaman sınırlıydı ve bugün daha da sınırlı. Muhalifler iktidarı protesto etmeli fakat bu eylem biçimine bağımlı kalmamalı. Hele ki karşınızdaki iktidarın meşruiyetine ilişkin kuşkularınız varsa.
Siyasetin eksik kalan kısmı birebir örgütlenmedir. ABD’de Trump’ın kaybetmesini sağlayan temel unsur diğer seçimlerde sandığa gitmemiş, gidememiş kesimlerin birebir örgütlenme ile bu seçimde sandığa getirilmiş olması. Bunun karşısına 2013’den beri devam eden Siyahların Hayatı Önemlidir-Black Lives Matter(BLM) hareketi ve protestoları gelmekte. Hareket büyük işler başardı fakat protestoların seçim sonucuna etkisi tartışmalıdır. Çünkü her ne kadar seçmenlerin yaklaşık beşte biri için bu protestolar seçim kararlarındaki en önemli etmen olsa da protestoların oy tercihine etkisi olduğunu söyleyen seçmenlerin parti dağılımı genel oy dağılımıyla büyük oranda örtüşmekte. Yani protestolar, sanıldığının aksine, sandığa her iki eğilimden de insanı getirmekte. Benzer bir durumu Gezi Protestoları sonrasında da yaşadığımıza inanıyorum.
ABD’ye geri dönecek olursak, Black Lives Matter protestolarının seçim sonucuna doğrudan etkisinin ne olduğu tartışmalı olsa da birebir örgütlenmenin etkisi açık. Bunu tek örnekle detaylandırmak mümkün: Georgia’da Demokratların kazanmasıyla birlikte Biden’ın seçim zaferi kesinleşmiş oldu ve Trump’ın yarattığı kaosun büyümesi önlendi. Yine aynı eyalette ve genel olarak ABD’nin güney eyaletlerinde geçtiğimiz hafta ilk defa bir Afrika kökenli Demokrat, senatör olarak seçildi. Bu seçimle birlikte Temsilciler Meclisi’nde olduğu gibi Senato’da da çoğunluk Demokratlara geçti ki sonuç bu olmasaydı Cumhuriyetçilerin kontrolündeki bir Senato, Biden yönetiminin faaliyetlerini akamete uğratacaktı. Birçokları bu başarının mimarının 2018’de valilik seçimini seçmenlerinin engellendiği şayiasıyla birlikte sadece 55 bin oyla kaybeden Demokrat Afrika kökenli Stacy Abrams olduğunu düşünüyor ki Abrams’ın temel hedefi mümkün olduğunca çok kişiyi seçimde oy kullanabilmeleri için kayıt ettirebilmekti. (ABD’de başkanlık seçimlerinde oy kullanılabilmesi için kayıt olmak gerekiyor. Yani seçime katılım bir ödev değil, bir hak.)
Eğer Demokratlar benzer bir hatta ilerlerler ve birebir örgütlenme faaliyetlerine devam ederlerse Cumhuriyetçilerin gelecek seçimde işi zor olabilir çünkü başkanlık koltuğunu geri alsalar bile birebir örgütlenmeye odaklanmış bir Demokrat Parti’den hem Temsilciler Meclisi’ni hem Senato’yu geri almaları güç olacak.
Umarım bu anlattıklarımdan Türkiye için de gerekli dersler çıkarılır. 2023’de seçim olacağı söyleniyor. Yani 2023 seçimine en az iki sene var. Ülke büyük bir iktisadi buhran yaşıyor. Gençler gelecekten ümitsiz. Kendilerine dört şey vaat ediliyor: kölelik, şehitlik, sofuluk ve cariyelik.
Bu sürede muhalefet birebir örgütlenmenin faaliyet, finansman ve söylem düzlemini kurgulayıp hayata geçirmek yerine yeni bir Gezi beklemeye devam ederse, seçimde yaşanabilecek olumsuz bir sonuçtan şikâyet etme hakkını da büyük ölçüde kaybedecek.
Güvenlik güçlerinin Kongre baskınında yetersiz kaldığına dair söylemler çok sık tekrarlanıyor. Sizce neden yetersiz kaldı? Polis teşkilatının olaylardaki rolü nedir?
Meclis baskınında polis teşkilatının birebir yetersizliğinden bahsetmek çok doğru olmaz. Bu gösterinin olacağı biliniyordu ve Başkent Washington D.C.’nin Belediye Başkanı Demokrat Partili Afrika kökenli bir kadın. Yani belediyeye bağlı polisin göstericilere iltimas geçtiğini düşünmüyorum. Belki göstericilerin genel ciddiyetsizlik hâli nedeniyle yerel yönetimce bu tür bir eyleme girişebilecekleri düşünülmemiş olabilir. Fakat göstericilerde silah vardı. Polisin faal biçimde silah kullanması durumunda ölü sayısı herhalde çok artardı. Yani göstericilerin ciddiyetsizliği yönetimde de bir ciddiyet zaafı oluşturmuş olabilir.
Öte taraftan şunu da biliyoruz: Geçen yaz yaklaşık aynı yerde yapılan bir BLM gösterisi için ağır silahlı güvenlik güçleri, helikopterler vesaire getirilmişti ve çok daha fazla insan göz altına alınmıştı ki göstericilerin meclis binasına girme gibi bir niyetleri yoktu. Yani çifte standart olduğu açık.
Son olarak jandarmanın (National Guard) devreye girmesine ilişkin Pentagon’un ilk etapta ikircikli bir tavır takındığı dedikodusu dolaştı bir süre ve göstericiler içinde özellikle Bahriyeli çok sayıda eski asker olduğu da söylendi. Yani güvenlik güçleri, devletin şiddet kullanımı ve benzeri meselelere ilişkin kafa karıştırıcı bir durum var ve şu anda bu konuya dair net çıkarımlarda bulunmaktan kaçınmak gerekir, en azından ben kaçınmak isterim.
Polis ve çok sayıda yargıç genel olarak Trump taraftarlarına müsamahalı davranıyor. Ayrıca genel olarak son derece özerk bir yapısı olan polis teşkilatlarının BLM protestolarından rahatsız olduğunu da biliyoruz. Fakat bu müsamaha devlet içindeki gizli bir örgütlenme tarafından paramiliter bir yapının devşirilmesine dönük çabaların bir göstergesi mi yoksa üç asırlık bir tarihi olan yapısal ırkçılığın bildik bir tezahürü mü? Bunu özellikle Demokratların iktidarı sırasında güvenlik personeli ve yargının nasıl bir tutum takındığına bakarak daha iyi anlayabileceğiz.
Kimileri son yaşananları Trump’ın sonu olarak değerlendiriyor, siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konuyu Trump’a, Putin’e, Erdoğan’a indirgemeyi yanlış buluyorum. Trump’ın başına ne geleceği beni pek ilgilendirmiyor. Bence muhalifleri de pek ilgilendirmemeli çünkü kişiye odaklanmak o kişiyi güçlendirir.
Trumpizm marjinalleşip ivme mi kaybeder yoksa bir yandan güçlenmeye/örgütlenmeye devam mı?
Bir önceki sorunun aksine bu sorunun önemli olduğunu düşünüyorum. Trump bu seçimlerle birlikte ABD’deki radikal sağın onyıllardır aradığı fakat bir türlü bulamadığı, tarif edemediği unsuru sağlamış olabilir: kendini kurbanlaştırma/mazlumlaştırma (self-victimization). ABD’de istendiği kadar başarılı olamasa da kürtaj meselesinin gündemde tutulmasının nedenlerinden biri de bu.
Radikal sağ kendini bir mazlum kesim olarak tarif edemediği sürece taraftarlarını harekete geçirmekte zorlanıyor. Benzer şekilde mazlumluk kisvesi radikal sağın birçok nefret suçunu barındıran söylem, plan ve eylemini görünmez kılıyor. Bu şekilde daha geniş kesimlere hitap edebiliyorlar ve eğer şansları yaver giderse uluslararası camiada da destekçi bulabiliyorlar.
Türkiye’de İslamcıların öyküsü bu açıdan öğreticidir. Sivas Katliamı’nı yapmış, desteklemiş ve meşrulaştırmış bu siyasi hareket kendisini ve taraftarlarını mazlum olarak göstermeyi başardı. Dolayısıyla Trump’ın bu seçime itirazı, İslamcıların ‘zulüm gördükleri’ söylemine benzer şekilde, olgularla çelişiyorsa da bu vaka kendi Avrupa kökenli tabanına yöneltilen ‘elitlik’ eleştirisini sulandırmak için kullanılabilir. Eğer bir mazlumiyet öyküsü yazabilirlerse de ‘Trumpizm’ bir tarihsel-siyasi gerçeklik olarak önümüze çıkar.
Son olarak yaşananlara dair darbe kavramı üzerinden bir tartışma da dönüyor. Bunlara dair ne söyleyebilirsiniz?
ABD devleti büyük sermayenin neredeyse doğrudan kontrolü altında. Yani sermayeyle devlet arasındaki ilişkinin dolayımı diğer birçok ülkeye göre daha sığ. Türkiye gibi diğer ülkelerde bu dolayımın daha derin olmasının nedeni ise bu ülkelerde ‘devlet geleneği’ vesaire olması değil, emek sömürüsünün devamı için devletin baskı araçlarını daha etkin kullanabilmesini sağlayacak şekilde devlete kısmi otonomi bahşedilmiş olması.
Dolayısıyla nedeni ve amacından bağımsız olarak ABD’de bir darbe olacaksa sektörel kompozisyon, büyüklük ve bölgesel/küresel faaliyet alanı açısından farklı kümeler içinde yer alan sermaye grupları arasında bir mutabakat gerekir. Pasifik ekonomisinde yavaşlasa bile hâlen büyük bir dönüşüm devam ediyor. Bu nedenle içeriğinden bağımsız bu tür önemli bir konuda sermaye grupları arasında bu tür bir mutabakatın ortaya çıkması şu aşamada güç. Darbe özel bir siyasi eylem ve bunun ABD’deki koşulları, en azından an itibariyle, yok.
Fakat Türkiye’deki basına bile yansımışken şunu da eklemeden geçemeyeceğim. ABD’nin etkin sınai STK’sı Ulusal İmalat Sanayicileri Birliği (NAM-National Association of Manufacturers) Trump’ın derhal görevden uzaklaştırılması çağrısında bulundu. Tabii bu açıklama Demokratların seçim zaferi kesinleştikten sonra oldu fakat Trump’ın sanayicilere dönük destek çabaları da dikkate alındığında bu tutumun ayrı bir önemi olduğunu söyleyebiliriz. Ötesi, bu örgütün bu denli açık biçimde siyasete müdahil olması önemli bir göstergedir. Neticede önümüzdeki yıllarda ABD’de siyasi mecra çalkantılara gebe.
Bu durum da Türkiye’deki muhalefet açısından iki açıdan bir fırsat olarak görülmeli ve değerlendirilmeli.
Birincisi, bu çalkantılar ABD’de özellikle burjuva demokrasisinin kurumları ve işleyişi bağlamında Türkiye’deki yönetime baskı yapacak müttefikler bulmayı kolaylaştırabilir. Muhalefetin bu müttefikleri soyut ve tarihsellikten uzak kavramlar ve fikirlerden hareketle elinin tersiyle reddetme lüksünün olmadığına inanıyorum. Çünkü bu tür bir tutum zımnen Türkiye’deki yönetimi desteklemek demektir.
İkincisi bu çalkantılar Türkiye’deki yönetimi birçok konuda kendi oyun planıyla çelişen adımlar atmaya itebilir. Bu adımları sağlam bir kuramsal çerçeveden hareketle iyi okuyabilmek muhalefetin sonuç getirici eylem ve pratikler geliştirmesinin önünü açacaktır.