Ekoloji Hareketi… İhtiyaçlar Hiyerarşisi… İntiharlar…
Bu konuda toplumsal bilinç gelişirken etkili sonuçlar yaratacak bir toplumsal reaksiyon neden açığa çıkmıyor? Yani neden Türkiye’de güçlü bir ekoloji hareketi yok?
Çılgınca yağan yağmurlar, dolular… Seller, fırtınalar, hortumlar… Aynı anda kavurucu sıcaklar ve dondurucu soğuklar… Ve yaşamlarımızı alt üst eden milimetrenin milyonda biri büyüklüğündeki bir virüs… Kapitalizmin, sanayi devrimi sonrasında yeryüzünü adım adım ekolojik krize doğru taşıdığı gidişin vardığı son nokta… Şimdilik…
Ekolojik krizin açığa çıkarttığı sonuçlar yaşamlarımıza değdikçe, bu meseleye dair bir duyarlılık da gelişiyor kuşkusuz. Türkiye’de de durum bu yönde. Yapılan araştırmalar hep bu olguyu ortaya koyuyor.
“Z kuşağı” popüler gündemi üzerine yakın zamanda dönen tartışmalarda, gençliğin ekoloji konusundaki duyarlılığına dair bolca veri paylaşıldı. Yine hemen geçtiğimiz günlerde İklim Haber ve KONDA tarafından gerçekleştirilen “Türkiye’de İklim Değişikliği ve Çevre Sorunları Algısı 2020” araştırmasının sonuçları yayınlandı. Bu sonuçlara göre Türkiye’de her iki kişiden biri iklim krizinin virüsten daha büyük bir kriz olduğunu düşünüyor; her 10 kişiden yedisi de iklim değişikliği için endişeli olduğunu belirtiyor. Ekoloji konusunda gelişen toplumsal bilinci ortaya koyması açısından oldukça çarpıcı rakamlar bunlar.
Peki, bu konuda -özellikle Türkiye’de- toplumsal bilinç gelişirken etkili sonuçlar yaratacak bir toplumsal reaksiyon neden açığa çıkmıyor? Yani neden Türkiye’de güçlü bir ekoloji hareketi yok?
Bu soruları ortaya atarken bir noktayı ifade etmeliyiz. Çok eskilere dayanmasa da Türkiye’de bir ekoloji hareketi tarihi oluşmuş durumda. Binbir emekle son derece değerli bir birikim yaratılıyor. Fakat bu tarihe baktığımızda parçalılık, cılızlık, süreksizlik göze çarpıyor. Dolayısıyla henüz bu seviyedeki bir hareket, sorduğumuz soruyu boşa düşürmeye yeterli olamıyor.
Öncelikle şunu söylemeliyiz; ekolojik tahribatın, yeryüzündeki canlı hayatın sürdürülebilirliğini küresel ölçekte tehdit eden bir “kriz” boyutuna varması, görece yeni bir olgu. Dolayısıyla bu sorunun açığa çıkarttığı mücadele dinamiği de henüz oldukça genç. Sorumuzun yanıtının bir yönü bu.
Meselenin bir diğer yönüyse, ABD’li psikolog Abraham Maslow’un 1943 yılında ortaya koyduğu “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisiyle açıklanabilir. Teorinin epeyce tartışmalı yanı olmakla birlikte, sanayi devrimi sonrası kapitalist sistemin ortalama bireyinin düşünce ve davranış özelliklerini kavramak açısından fikir verici.
Maslow, insan ihtiyaçlarını beş seviyede kategorize ediyor. İlk seviyede “fizyolojik ihtiyaçlar” yer alıyor. “Nefes alma, beslenme, su, üreme, uyku, boşaltım” gibi canlı varlığı sürdürmeye yönelik ihtiyaçlar bu başlık altında yer alıyor. Bu seviyenin ardından “güvenlik ihtiyacı, aidiyet ihtiyacı ve saygınlık ihtiyacı” geliyor. Son seviye ise “kendini gerçekleştirme ihtiyacı.”
Bu teoriye göre, bireyin düşünce ve davranışları, içerisinde bulunduğu ihtiyaç seviyesine göre şekilleniyor. İlk seviye yani fizyolojik ihtiyaçlar -büyük ölçüde- karşılanmadan, diğer seviyelerdeki ihtiyaçlar bireyin yaşamında etkinlik kazanamıyor.
Bekir Ağırdır, yeni çıkan kitabıyla ilgili Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladığı söyleşisinde şunları söylüyor:
“Sanayi toplumunun sosyolojisinde, Maslow’un “İhtiyaçlar hiyerarşisi” vardır, biliyorsun. Yani önce karnın doyacak, bir de başının üstünde bir çatı olacak. Daha sonra, sevilme ihtiyacı, kendini gerçekleştirme ihtiyacı gibi duygusal başka meseleler gelir o ihtiyaç hiyerarşisinde. Türkiye insanında da, ister Türk olsun, ister Kürt olsun, ister dindar, ister ateist olsun, ister AK Parti’ye oy versin, ister CHP’ye oy versin, “Hanenin dirliği, düzenliği” diyor.”
Sorumuzun yanıtının diğer yönü bu yaklaşımla ilgili. Ekolojik sorunların açığa çıkarttığı ihtiyaçlar, henüz ihtiyaçlar hiyerarşisinde çoğunluğun yaşamına girecek yakıcılıkta yer almıyor. İnsanlar, ekolojik sorunlar canlı varlıklarını sürdürmelerini tehdit ettiğinde harekete geçiyor. Yaşam kaynakları olan dereleri, toprağı ellerinden alınan köylüler gibi…
Çoğunluk, Bekir Ağırdır’ın “Hanenin dirliği, düzenliği” şeklinde ifade ettiği “geçim sorunu” üzerinden harekete geçiyor. Geçim sorununun, ihtiyaçlar hiyerarşisindeki başat pozisyonunu göze batıran çok çarpıcı durumlar yaşanıyor.
TÜİK verilerine göre son beş yılda 1370 kişi geçim sorunu yüzünden intihar etti. Daha birkaç gün önce bu rakama, aynı nedenle yaşanan bir yeni intihar daha eklendi. Bir kişi, avucuna “iş ve aş” yazarak yaşamına son verdi.
İntihar eylemi, bir yanıyla pasif, bir yanıyla keskin bir reaksiyon. Değişimi/dönüşümü hedeflememesi, böyle bir umudu taşımaması açısından pasif; canlı varlığına son verecek denli de keskin… Geçim sorunu, insan yaşamında bu düzeyde keskin bir reaksiyon açığa çıkaracak ağırlığa sahip.
Doğanın düşmanı kapitalizm, sermayenin durmadan durmadan büyümesi uğruna yarattığı ekolojik yıkımında frene basmıyor. Küresel ısınmada kritik değerlere tam gaz yol alınıyor… Toprak ölüyor; hava, su, gıdalar zehirleniyor… Aşırı hava olayları hayatlarımızı altüst ediyor… Yeni salgın hastalıklar kapıda… En kırılgan nüfustan başlamak üzere çoğunluğun gündelik yaşamında ekolojik krizin sonuçları ağırlıklı bir yer tutmaya başlıyor. Doğanın tahribatı, giderek “hanenin dirliğini, düzenliğini” bozar hale geliyor.
İnsanlar ekolojik yıkımın yakıcı sonuçlarını deneyimledikçe ve bu sonuçların ekolojik krizle bağını kurabildikçe, ekoloji hareketinin çoğunlukla buluşma zemini güçlenecektir. Bu süreç oldukça hızlı gelişiyor.