Neoliberalizm Nedir? Orta Sınıf Kimdir?

AKP neoliberalizme sırtını mı döndü? İzmir depreminden alt sınıflar ve orta sınıflar aynı düzeyde mi etkilendi? Her şey sınıfsal mı yoksa kimlikler daha mı belirleyici? “Orta sınıf” kavramı bir gerçekliği mi yoksa yanılsamayı mı anlatıyor?

Twitter aleminde son günlerde bu ve benzeri eksenlerde kıran kırana tartışmalar yaşanıyor. Genelde akademiden, kendisini liberal veya sosyal demokrat olarak tarif eden genç erkeklerin hafif kibirli ve “bütün gerçekler mülkiyetim altındadır” üslubuyla ortaya attıkları yorumlara dönük tepkilerle başlayan tartışmalar günlerce devam edebiliyor. Tartışmanın içerik ve seviyesi her zaman tatmin edici olmasa da yine de son derece kritik ve belirleyici konuların bu kadar yaygın bir ilgi ve heyecan ile tartışılması son derece mutluluk verici. Ben de burada kısaca her iki konu üzerindeki düşüncelerimi paylaşmak isterim.

AKP ve neoliberal ekonomik politikalar arasında belli alanlarda nitel bir dönüşüm olduğu aslında tartışma götürmeyecek kadar açık bir olgu. Sadece Merkez Bankası ile iktidar arasındaki ilişkinin dönüşümünü ortaya koymak bile yeterince ikna edici. Neoliberalizm genel olarak devletin iktisadi belirleyiciliğini sınırlayan bir iktisat politikası önerirken bugün siyasetin iktisadi alana bütünüyle müdahaleci bir biçimde yaklaştığı aşikâr. Derviş sonrası dönemin ekonominin işleyişini bağımsız kurullara (yani uluslararası finansal piyasalara) terk ederek otomatik pilotta yürüten yaklaşımdan geriye eser kalmadı. Devletin birçok alanda şirketlerin karşısında bir taraf olarak davrandığı, özellikle yabancı ilaç şirketlerine uygulanan zoraki kesintilerin ABD Büyükelçisini dahi tepki vermeye zorlayacak kadar kapsamlı olduğunu görmek zor değil. Ancak bu durum zaten sadece Türkiye ile sınırlı değil. Dünyada küresel serbest ticaret ile ilgili son 20 yılın dogmalarının sorgulandığı bir dönemden geçiyoruz. Artık serbest ticaret değil büyük güçler arasında gerilen ilişkilerin dünyasındayız ve iktisadi politikalar da tam olarak bu mücadele içerisinde araçsallaştırılmaya açık durumda. Güç ilişkileri hiçbir zaman etkisini kaybetmemişti tabii ki ancak artık yeni bir dönemdeyiz, pax-Amerikana’nın sonlarına yaklaştıkça dünyada da 1870’ler sonrası iklim geri geliyor, devletlerin dünya ekonomisindeki rolü de değişiyor. Bu tablonun neoliberalizm ile ilgili bir dönüşüme denk düşmemesi beklenemez.

Neoliberalizm artık hegemonya üretemiyor ancak devlet zorunun daha belirleyici olduğu bir momentte işleyebiliyor. Hem bu gerçeklik hem de küresel ilişkilerdeki sertleşme devletleri her alanda daha görünür bir noktaya doğru çekiyor. Ben bu yeni çerçevenin “devlet kapitalizminin üçüncü dalgası” başlığı altında tartışılmasını öneriyorum, yakında yayınlanacak YOL dergisinin yeni sayısında da bu dalgayı ele almaya çalıştım. Saray rejiminin ve faşizmin ekonomik arka planının esas olarak ekonomik gücü devlet desteğinden bağımsız olarak rüştünü ispatlayamamış bir egemen sınıf fraksiyonunun sürekli siyasi iktidarda kalma zorunluluğundan doğduğunu da daha önce de tespit etmiştik. Yani AKP’nin neoliberal çerçevenin dışına çıkmasından bahsetmenin “iyi bir şeyler de oluyor” demek anlamına gelmediğini burada belirtmek zül ama yine de yanlış anlamalara karşı önlemimizi alalım.

Orta sınıf meselesinde de işçi sınıfı ile orta sınıf arasında kavramsal bir ayrıştırmanın son derece belirleyici olduğunu düşünüyorum. Örneğin Gezi’nin esas olarak bir orta sınıf hareketi olması ve işçi sınıfı ile yeterli teması sağlayamamasının kısa sürede etkisizleşmesinin en önemli sebebi olduğunu düşünüyorum, ancak işin bu çok önemli boyutunu o zaman tartışamamıştık çünkü orta sınıfın rolünü tartışmak bile o dönem solda bir aforoz gerekçesi haline gelmişti. Emeğini satarak geçinenlerin arasındaki astronomik gelir farklılıkları orta sınıf-işçi sınıf ikiliğini çok belirleyici hale getiriyor. Evet, bu durum sınıfı anlamlandırmak için Weberci statü kavramı ile ilişkilenmeyi zorunlu hale getiriyor. Gelir seviyesi sınıfın oluşumunu belirliyor. Güvenceli işlere ve düzenli, yüksek gelire sahip kalifiye emekçilerin orta sınıfa dâhil edilmesi çoğu durumda bir zorunluluk. Yaşamın kendisinin ideolojik ve politik tutum almayı belirlediği düşünülürse bu ayrım yapılmadığında günümüzde farklı kesimler arasında kurulan ittifak ve karşıtlıkları anlamlandırabilmek mümkün değil. Bugün işçi sınıfı ile orta sınıflar arasındaki ittifaklaşmanın koşulları üzerine düşünmek devrimci politik seçenekler açısından son derece belirleyici. İşçi sınıfının otoriter gericiliğe, orta sınıfların ise ilerici neoliberalizme meftunluğu ancak bu ittifakı inşa amacıyla devrimci müdahaleler gerçekleştirebilecek sosyalist politik aktörler aracılığıyla aşılabilir. Ancak bunu bir görev olarak tanımlayabilmek için önce gerçekliğe ezberlerden sıyrılarak bakabilme cesareti gerekiyor.

Yukarıda anılan tartışmalarda solun yeniyi koklayan taraf olmaktansa kendi ezberini savunmayı devrimcilik addeden bir konumda kalması düşündürücü. Hiçbir şeyin değişmediğine kendisini sürekli ikna etmeye çalışan bir solun etkin bir politik aktör haline gelmesi düşünülebilir mi?

Sömürünün ve sınıfsal çelişkinin sürekliliğini savunmak bunun farklı biçimlerinin gelişimini görmezden gelerek yapılmak zorunda olmasa gerek.