Kriz Vurdukça Belirginleşen Seçenekler

Kendi zihin yapılarımızı, yaşam biçimimizi ve alışkanlıklarımızı bir engel olmaktan çıkararak yeni bir dönemin kurucu unsurları olmaya hazır mıyız?

Dünyada trilyonlarca dolar negatif faizli para varken, Türkiye’den sürekli döviz çıkışının yaşanması sonrasında en geniş kesimlerin hayatlarının daha da alabora olmaya doğru yaklaşmasının sorumlusu kimdir? İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler tarihi seviyede düşük faiz oranlarıyla borçlanabiliyorken Türkiye’de CDS adı verilen baz faiz oranının dahi %5’in üzerinde olması Saray rejiminin istikrarsız ekonomi ve dış politika tercihlerinin bir ürünü olarak görünmektedir. 18 ayda Merkez Bankası rezervlerinden satılan 134 milyar dolar, doların 8.30’lara gelmesini yavaşlatamadı bile. Başkanlık referandumu sonrasında ülke parası yarı yarıya değer kaybetti, bol bol basılan Türk liraları üst sınıflar tarafından dolara dönüştürülerek bankalara yığıldı. Saray’ın ekonomi politikaları bankalarda 220 milyar doları park etmiş zenginleri her gün daha da zenginleştiriyor. Devalüasyonun sefasını zenginler, cefasını ise emekçiler çekiyor.

Geçtiğimiz perşembe düzenlenen Merkez Bankası Para Kurulu toplantısında politika faizinin sabit tutulması en az 100 puanlık bir artış bekleyen para piyasalarında önemli bir reaksiyona yol açtı. Erdoğan’ın hafta sonu Macron’la giriştiği söz düellosu sonrasında ise bu hafta itibariyle doların fırtına hızıyla 8.30’lara ulaştığını gözlemliyoruz. ABD seçimlerinin yaklaşmasının yarattığı tedirginliğin de bu sonucun ortaya çıkmasında bir etkisi olduğu düşünülmelidir. Trump’ın seçim sonuçlarını tanımayı reddedeceği bir tablonun yaratacağı kaotik ortam, Erdoğan gibi öngörülemez politik aktörlerin daha da fazla belirsizlik yaratabileceği bir ortama işaret edecektir. Biden’ın kazanması ise Türkiye’nin manevra alanını çok daha daraltacağı için bu durumun finansal çevreler tarafından daha ağır koşullarda borçlanma dayatmak için kullanılacağı açıktır. Erdoğan faizleri daha da artırarak özelikle ekonomi çevrelerinde normalleşme olarak algılanacak bir trendi şimdilik kesintiye uğrattı. Rejimin kendi içinde normalleşmeye (bu durumda faiz artırımı) dönük attığı her adım sonrasında daha radikal bir karşı hamleyle sonlandırılıyor. Libya’da gerçekleşen barış anlaşmasına gösterilen tutum, Fransa’da bir öğretmenin başı kesilerek öldürülmesi sonrasında Fransız mallarının boykotuna hızlıca gelinmesi, Azerbaycan’ın Ermenistan ile savaş konusunda sürekli daha ileriye itilmek istenmesi yakın Türkiye tarihi içerisinden bakıldığında oldukça aşırı tutumlar olarak değerlendirilebilir. Bu radikalleşmenin bisikletin pedallarını sürekli çevirerek ayakta kalmaya mı yoksa hızla yaklaşılmakta olan duvara çok daha hızlı bir çakılmaya mı yol açacağı ise belirsizliğini koruyor. Ancak doların 8 lirayı geçmesiyle iktidar partilerinin desteğinin %30’ların altına düşmesi gidişat ile ilgili önemli ipuçları sunuyor. Bahçeli’nin papağan gibi sokağa çıkma olasılığına karşı tehditler savurması muhalefetin felç halini süreklileştirmeyi amaçlıyor ancak halktan kimi unsurların Denizli valisine ve en son Erdoğan’ın kendisine verdiği tepkiler minarenin çuvala sığmasının giderek zorlaştığını gösteriyor. Erdoğan’a eve ekmek götüremiyoruz denmesi bir tür yazarkasa atılma vakası olarak değerlendirilebilir mi? Bunun meşru bir soru olduğu açıktır. Son beş yıl içinde işsizlik ve ekonomik zorluklar dolayısıyla 3500 kişinin, pandemi sürecinde en az 100 müzisyenin intihar ettiği koşulları yaratan bir iktidarın bunun bedelini ödememesi düşünülemez.

Uzunca bir süredir kültürel savaşlardan mümkün mertebe uzak kalmayı ve çok geniş kesimleri felç eden ekonomik koşullar üzerinden ajitasyon ve propagandayı geliştirmeyi öneriyor ve tartışıyoruz. Ancak bu alanda yeterince mesafe kat edemediğimiz de açık. Belki de yüzyıllık bir hesabın kesileceği olağanüstü şiddetli bir kritik kırılma anına yaklaşırken son 20 yılın rutine bağlanmış ve sıradanlaşmış politik işleyişini çok çok aşacak bir yoğunlaşma ile hareket etmediğimizde olağanüstü bir imkânı kaçıracağımızın farkında değil miyiz? Güvence mücadelesi ekseninde hareket etmeyi önemseyen politik aktörlerle koordine olmayı da öncelikle hedefleyen bir atılım hedefiyle yola çıkıldığında bir çığ etkisi üretecek momentum yaratma olanağının varlığı havada asılı duruyor.

Kendi zihin yapılarımızı, yaşam biçimimizi ve alışkanlıklarımızı bir engel olmaktan çıkararak yeni bir dönemin kurucu unsurları olmaya hazır mıyız?