Rejim Ekonomiyi Kötü mü Yönetiyor?
Ekonomik krizin yarattığı sıkıntılar faşizmin çözülmesinin bir olanağı haline nasıl getirilecektir?
Ekonomik krizin yarattığı sıkıntılar faşizmin çözülmesinin bir olanağı haline nasıl getirilecektir? Türkiye’de sermaye birikiminin yaşadığı ve neredeyse kalıcılaşmakta olan kriz ve tıkanma, kapitalizmi aşan arayış ve mücadeleleri mümkün hale getirecek bir politik ve zihinsel iklimin yaratılması için nasıl ele alınmalıdır?
Pandeminin birinci dalgasının yeniden pik yapma eğilimine girmesi “normalleşme” ve Türkiye sermayesi için krizi fırsata çevirme ümitlerini tuzla buz etmekte. Meta zincirlerinin kısalmasından yararlanma ve post-covid dünyanın yeni Çin’i olma hayalleri suya düşen Saray rejimi ve sermaye, şimdilik Karadeniz gazı ile idare etmek zorunda görünüyor. Kısa vadede geleceği düşünülen “normalleşme”ye kadarki ara süreci darphaneyi çalıştırarak ve bir kredi patlaması eşliğinde iç talebi kamçılayarak aşmaya çalışan Saray’ın ekonomik aklı, halkı yaşadığı yoksullaşmanın sebebinin Ayasofya’nın zincirlerinden kurtuluşunun yol açtığı bir Haçlı Seferi’nin sonucu olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Fiilen %50’lere ulaşan işsizlik ve güvencesizliğin bu hikayeleri alıcı sayısını azalttığı ortada.
CHP-Babacan-Akşener eksenli restorasyon cephesinin yaşanan bütün ekonomik kötülükleri tek adamın kötü yönetimi ile açıklaması anlaşılabilir. Bu kanat açısından temel hedef eski rejimin restorasyonu; kapitalizmin sorgulanarak aşılması değil. AKP’nin parlak günlerinin temiz yüzlü Babacan’ı, 2001 sonrası Derviş döneminin Hazine Müsteşarı, bugünün CHP sözcüsü Faik Öztrak aslen AKP’nin “iyi günleri”ne dönüşün propagandasını yapıyorlar. Bu anlatıya göre, AKP’nin “demokrat” günlerinde ülkeye para akıyordu, her şey güllük gülistanlıktı, çünkü ortada “iş bilen” kadrolar ve iyi yönetim vardı. Ekonomi Derviş’in kurduğu çerçevede, bağımsız kurullar aracılığıyla tıkır tıkır işliyordu. Sonra AKP tek adam rejimine dönüp, hukuk devletinin üstü çizilince işler sarpa sardı. Dolayısıyla ülke tek adam rejiminden kurtulunca, yine ülkeye para akacaktır, her şey de böylece güzel olacaktır.
2001 kriziyle birlikte 200 milyar dolara gerileyen Türkiye’nin milli geliri 2013’te milli gelirin 950 milyar dolara çıkabilmesi üretimdeki patlamadan ziyade Türk Lirasının aşırı değerli olmasından kaynaklanıyordu. Bugün ise yani yedi yıl sonrasında 750 milyar dolar seviyesine gerilemiş durumda. Bu seneki küçülme hesaba katılmadan bile şu anda 764 milyar dolarlık 2008 değerinin gerisindeyiz. 2009-2013 arasındaki dönemde yaşanan %50’lik artış buhar olup uçmuş görünüyor. AKP’nin faşistleşme süreci ve seçimlerle diktatörlüğüne rıza üretemez hale gelmesi milli gelirin bu iniş çıkışıyla yakından alakalı. AKP-Cemaat koalisyonunun, eski rejimle, 28 Şubat’ta tahkim edilmiş pretoryen Cumhuriyetle hesaplaşmasına rıza ve en azından kayıtsızlık üretebilmesinde 2010-2013 arasındaki ekonomik koşulların son derece destekleyici bir etkisi olduğu belirtilebilir.
Türkiye gibi çevre ülkelerinde cenneti de cehennemi de yaratan çoğu zaman küresel sermaye hareketlerinin yönü oluyor. Ancak cennet inşası gibi görünen dönemler aslında yere çakılmanın şiddetini ve kalıcılığını arttıracak balon büyüme dönemleri oluyor. 2001-2013 yılları arasında Türkiye ekonomisi 4,5 katına çıktı. Ancak bu artış verimlilikte yaşanan bir sıçramadan ziyade çevre ülkelerin tümüne yönelik büyük sermaye girişlerinden kaynaklandı, 2008 küresel krizi sonrasında FED ve ECB’nin pompaladığı tahvil alımları spekülatif sermaye hareketlerini daha da şiddetlendirdi. Paranın yön değiştirmesi ise rejimin faşistleşmesinden ziyade 2013 sonrasında FED’in aldığı kararlardan kaynaklandı. 2013’te 950 milyar dolara çıkan milli gelir, Türk parasının aşırı değerli olmasından kaynaklanıyordu. Aşırı değerli lira ve düşük faizli borçlanma olanakları, orta sınıflara 2013’lere kadar bir Dolce Vita yaşattı ama aynı zamanda ithalatı ucuzlatarak ülkeyi ara malları üretiminde çölleştirdi. Yaşanan erken sanayisizleşme, bugün muazzam bir istihdam krizine yola açmış durumda. Çalışma yaşındaki her beş kişiden ancak ikisinin çalışabildiği bir yıkım yaşanmakta. Böylesi alt üst oluşları yaşayan birçok çevre ülke bulmak mümkün Asya ve Latin Amerika’da. AB’ye giriş sonrasında aşırı değerli paranın yarattığı endüstrisizleşmenin yarattığı yıkımı Yunanistan ve İtalya başta olmak üzere Güney Avrupa’da da gözlemleyebiliyoruz. Yabancı sermaye girişlerini verimli bir şekilde kullanarak büyümeyi kalıcılaştırabilen ülkeler ise kalkınmacı devlet-devlet kapitalizmi tartışmalarında gündeme oturan Çin, Vietnam, G. Kore, Singapur gibi bilindik anlamda demokrasi ile ilgisi olmayan ülkeler. Çin, ekonomisini hızla açarak küresel sermaye hareketlerinden aslan payını yine almaya başladı. Uluslarararası Finans Enstitüsü’nün açıklamalarına göre Mayıs 2020’de yükselen piyasalarda çıkarılan finansal varlıklara dönük sermaye hareketleri %78 gerilemiştir. Aynı kaynağa göre Çin’in finansal varlıklarına dönük sermaye akışı mayıs ayında 4.8 milyar doları bulmuşken aynı dönemde diğer yükselen piyasalardan sermaye çıkışı ise 4.1 milyar dolara ulaşmıştır.
Bu kadar uzatmama sebep, HDP Ekonomiden Sorumlu Eş Başkan Yardımcısı Garo Paylan tarafından “İsraf Düzeninin kara deliği doğalgazla kapatılamaz” adıyla yapılan basın açıklamasıdır. İçinde sosyalistlerin önemli oranda temsil edildiği bir partinin hele de böylesi kriz koşullarında, ülkedeki restorasyon cephesinin terminolojisini neredeyse birebir kopya ederek kapitalizmi görmezden gelerek kendisini iyi yönetim-kötü yönetim ikilemine sıkıştırması oldukça üzücü. Hele de yıllardır durgunluktan kurtulamayan Japonya’nın 1980’lerin SONY günleri kafasıyla ekonomik mucize ve iyi yönetim örneği olarak gösterilmesi (Japonya 2020 ikinci çeyrekte %27 küçüldü) buna karşılık ülkenin petrol gelirlerini yoksullara dağıtmasının bedelini ambargo ve orta sınıfların Amerikancı isyanı ile ödeyen Venezuela’nın vasat burjuva aydınların yaklaşımıyla tabiri caizse “gömülmesi” dehşet verici. Japonya’nın Taha Akyol tarafından da öne çıkarılması bu talihsiz benzetmelerin isabetsizliği için bir delil oluşturur mu mesela? Almanya, HDP bildirisinin bir başka iyi yönetim örneği. Marx’ın “kapitalizmin gerçek yüzünü sömürgelerde görürsünüz” hatırlatmasında olduğu gibi Yunanistan halkının Syntagma sonrası uyanışını boğmak için AB Troika’sının fedakar çabalarını hatırlayınca böylesi iyi yönetim örnekleri karşısında insanın gerçekten gözleri yaşarıyor. Güney Avrupa’nın sanayisizleşmesi ile aslında bu ülkelerdeki istihdamın Alman sanayisi tarafından çalınması Alman finans kapitalinin başarısıdır da buna hayran kalmak Türkiyeli sosyalistlerin ve emekçilerin işi olamaz. Küresel sermayenin Çin’e ısrarla ve Trump’a rağmen gidişi bu ülkenin demokrasi olmasından kaynaklanmıyor, sermayeye güven verebilen bir kurumsal yapı ve tabii ki inanılmaz bir hızla büyüyen iç pazarı bu konuda yeterince ikna edici oluyor. Aşırı üretim-eksik talep sarmalından kurtuluşu Asya’nın büyüyen orta sınıflarında gören küresel sermaye Çin’e artık ucuz emek gücü için değil (Türkiye’de işçi ücretleri Çin’le eşitlendi -Albayrak’ın rekabetçi kuru sayesinde) büyüyen orta sınıfı (2030 yılında dünyadaki toplam talebin %43’ünün kaynağı olacağı düşünülüyor (Therborn, 2020;69)) için gidiyorlar.
Faşizme karşı mücadele için gerekçeler üretmek için gelişmelerin kimi yönlerini zaman zaman öne çıkarmak kabul edilebilir ancak sosyalistlerin bu dönemde faşizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleyi unutarak başarmaları mümkün değildir. Bizce Horkheimer faşizm-kapitalizm bağlantısında ısrarcı olmasında hala haklıdır: “Her kim ki kapitalizm hakkında konuşmak istemez, o zaman faşizm hakkında da sessiz kalmalıdır.”
Sessiz kalma vurgusu yanlış anlaşılmamalıdır, faşizmle mücadele konusunda sosyalistleri yalnızlaştırmak gibi bir hedefin yenilgiye yazgılı olduğu açıktır. Ancak kapitalizm en önemli krizlerinden birini yaşarken ve tüm dünyada giderek daha fazla sorgulanırken kapitalizm eleştirisi ve sınıf mücadelesi perspektifinden kopulduğunda, restorasyon cephesinin pasif bir takipçisi olmak dışında oynanabilecek bir rol yoktur. Faşizmin çözülmesi, ancak işçi sınıfı üzerindeki rejim hegemonyası gerçek anlamda yıkılarak başarılabilir. Bu amaçlara ise parlamenter demokrasiye dönüş reçeteleri ve iyi yönetim-kötü yönetim karartmasıyla ulaşılamaz
Gustave Flaubert’in George Sand’e mektubunda yazdığı gibi: “Burjuvaziye karşı duyulan nefret, bütün erdemlerin çıkış noktasıdır”.
Therborn, Güstav (2020) Dreams and Nightmares of the World’s Middle Classes, New Left Review, 124: 63-87