“Atatürkçü” AKP
İktidarın içine düştüğü ekonomik ve politik kriz ortamı ve bunu eline yüzüne bulaştırması nedeniyle bolca hamasete ve “birlik-beraberlik” edebiyatına muhtaç olduğu da su götürmez bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un eşi olan ve yakın zamanda ailecek aldıkları dört maaşla gündeme gelen Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu üyesi Fatmanur Altun, Amerikan Başkan Adayı Joe Biden’ın aylar önce söylediği ve ne hikmetse bugünlerde gündeme gelen Türkiye ve AKP iktidarı ile ilgili açıklamalarından sonra bir tweet attı. Altun, tweetinde Atatürkçü jargona da yer vererek “Günümüzün manda ve himayecilerine, Atatürk’ün ifadesi ile gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olan iç bedhahlara karşı bütün gerçek Atatürkçülerin, Recep Tayyip Erdoğan liderliği altında kenetlenmesi, kendileri açısından, tarih açısından en tutarlı ve sahici duruş olacaktır” şeklinde bir tweet attı.
Peki kim bu “iç bedhahlar”? Belli ki muhalefet. Zira Joe Biden, “Erdoğan bir otokrattır, yapmamız gerektiğini düşündüğüm şey, ona karşı çok farklı bir yaklaşım benimsemek ve muhalif liderleri desteklediğimizi açıkça ortaya koymak.” diyor. Muhalefet deyince de akıllara en başta Millet İttifakı bileşeni olan CHP, İyi Parti ve SP ile ittifakın dışında olan ama havuz medyası tarafından sürekli olarak Millet İttifakı’na dahilmiş gibi lanse edilen HDP geliyor.
Fatmanur Altun kime sesleniyor? “Gerçek Atatürkçüler”e. “Gerçek Atatürkçüler” kim? Altun isim vermemiş. İktidarın dümen suyuna giden, iç ve dış politikadaki fiyaskoları “vatan, millet, bayrak” edebiyatı ile güzelleyen kişi, kurum ve oluşumlar mı? Peki, AKP Atatürkçü bir parti mi? Veya şöyle sorayım: “Gerçek Atatürkçüler” neden Erdoğan liderliği altında birleşsinler?
En basitinden, Ayasofya’nın ibadete açılması bile esasında Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı bir savaş, Atatürkçülüğe karşı siyasal İslam’ın bir zaferi olarak tecelli etmedi mi? Ayasofya’da minbere çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, elinde kılıçla Ayasofya’yı ibadetten men etmenin büyük bir günah olduğunu, bunu yapanların da İstanbul’u Türk topraklarına katan Fatih Sultan Mehmet tarafından asırlar önce lanetlendiğini söylemedi mi? Ayasofya’nın müze yapılması kararının da dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Mustafa Kemal Atatürk’ün onayıyla yürürlüğe girdiğini düşünürsek, Atatürk’ün lanetlendiğini isim vermeden söylemedi mi? Üstelik, o atıf yaptığı Fatih’in vasiyetnamesinin uydurma olduğu ayan beyan ortadayken… Bunlar daha bir ay önce yaşandı üstelik.
Şimdi ise Altun, sanki bunlar hiç yaşanmamış, Saray’ın üst rütbeli bir memuru Atatürk’e lanet yağdırmamış, ondan cesaret alan çeşitli cemaatlere mensup kişiler Atatürk’e ve cumhuriyetin kurucu kadrolarına hakaretler yağdırmamış, İBDA/C ve Taliban gibi örgüt yandaşları Sultanahmet’te Ayasofya’nın açılışı vesilesiyle gövde gösterisi yapmamış gibi “Gerçek Atatürkçüler Erdoğan’ı desteklesin” diyor.
Bu aslında çok ustaca yapılmış ama bir o kadar da acemi bir plan.
Ustaca yapılmış, çünkü Atatürkçü cephedeki çelişkilerden yararlanmayı hedefliyor. CHP içinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinden memnun olmayan ulusalcıları ve sağ Kemalistleri kendine yedeklemeyi hedefliyor. Acemi, çünkü iktidarın Ayasofya üzerinden Kemalizm’le hesaplaşmasının üzerinden daha bir ay geçti. İnsanlar da balık hafızası taşımadığına göre bu “Fatmanur Altun tipi Atatürkçülüğün” bir getirisi olamaz.
Aslında AKP’nin Atatürkçü olmadığını, tam tersine Atatürkçü düşünceyle hesaplaşma amacını güttüğünü biraz olsun siyasetten anlayan herkes biliyor. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın sarf ettiği “150 yıldır bize modernleşme adı altında başkalarının hikayeleri dayatıldı. Şimdi kendi hikayemizi yazıyoruz.” sözleri akıllarda. AKP’nin de içinden geldiği siyasal İslamcı geleneğe göre, Kemalizm “Başkalarının hikayelerini Müslüman Anadolu ahalisine anlatan, bu milletin değerlerine düşman bir şer odağı.”
Altun o yüzden söylediklerinde samimi değil ve samimiyetsizliği hemen pıtrak gibi ortaya dökülüveriyor. Lakin, iktidarın içine düştüğü ekonomik ve politik kriz ortamı ve bunu eline yüzüne bulaştırması nedeniyle bolca hamasete ve “birlik-beraberlik” edebiyatına muhtaç olduğu da su götürmez bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Krizi aşmak ve iktidarını daim kılmak için Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’de savaş politikalarını devreye sokan, şovenizmi ve savaş kışkırtıcılığını körükleyen AKP, bu konuda sandığından da zayıf bir konumda. Bunun için muhalefeti hamasetle ve “birlik-beraberlik” edebiyatıyla yanına çekmeye, yapamıyorsa da muhalefetin içindeki çelişkileri kaşıyarak kendine güç devşirmeye çalışıyor. Bunda başarılı olup olmayacağını göreceğiz. Lakin, burada değinilmesi gereken bir konu daha var: O da AKP’nin Atatürkçü olmadığı gibi anti-emperyalist de olmadığı gerçeği.
AKP iktidarının Suriye’de ABD ve Avrupalı emperyalistlerle olan ortaklığı artık sır değil. Pelikan darbesiyle istifaya zorlanan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun henüz dışişleri bakanıyken ortaya attığı Suriye tezleri, Davutoğlu’nun muhalefet liderliğine soyunduğu bugünlerde de pratiğe dökülmeye devam ediyor. Bir yanda ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi büyük emperyalist ülkeler ile onların Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi iş birlikçileri muhalifleri desteklerken öbür yanda da Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler merkezi yönetimi destekliyor. Sadece Suriye politikası bile, AKP’nin anti-emperyalist duruşunun ne kadar kof olduğunun kanıtı aslında.
Libya’da da durum farklı değil. AKP iktidarı, Libya’da sıcak bir çatışmaya girmeyi göze alamayan ABD, İngiltere ve İtalya gibi emperyalist ülkelerin jandarmalığına soyundu. İhvancı Feyyaz el-Serrac’ı destekledi ve bu konuda hayli mesafe kat etti. Ama bu sefer Suriye’deki ortaklar Libya’da bölündü. Fransa, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan General Halife Hafter’i, ABD, İngiltere, İtalya, Katar ve Türkiye ise el-Serrac’ı destekliyor.
Her ne kadar Libya ve Suriye’de ittifaklar ve müttefikler birbirinden farklı olsa da Türkiye hem Suriye’de, hem de Libya’da ABD ve İngiliz emperyalizmiyle müttefik. Üstelik, Libya’da Muammer Kaddafi’nin devrilme sürecinde de Türkiye aktif bir rol oynamıştı. 2011 yılındaki NATO saldırısından kısa bir süre önce devrin başbakanı, günümüzün cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, “Libya’da NATO’nun ne işi var” demişti. Bu sözün söylenmesinden çok kısa bir süre sonra aynı Erdoğan, Libya’ya NATO saldırısı için İzmir’in bir üs olarak kullanılmasına onay vermiş, “Libya’nın Libyalılara ait olduğunun tescil edilmesi için NATO oraya girmelidir” demişti. Sonrası malum: Kaddafi öldürüldü, Libya parçalandı ve günümüzde dahi devam eden bir iç savaş söz konusu. Türkiye de bu karışıklıktan yararlanarak emperyalist ortakları ABD, İngiltere ve İtalya’yla birlikte Libya’nın petrollerini ele geçirme peşinde.
AKP, her ne kadar kendine anti-emperyalist bir süs vermeye çalışsa da gerçeğin bu olmadığı her fırsatta tekrar tekrar ortaya çıkmaya devam ediyor.