Alt-Emperyalizm Tartışması Üzerine

Türkiye devletinin sürdürülebilir bir alt-emperyalist projeye sahip olduğu iddia edilebilir mi?

Türkiye devletinin sürdürülebilir bir alt-emperyalist projeye sahip olduğu iddia edilebilir mi?

Prof. Dr. İlhan Uzgel’in yazıları ile anlamlı bir biçimde geliştirilen “Türkiye’nin dış politikasını bir alt-emperyalist projenin uygulaması olarak okuma” girişimi, oldukça önemli tartışmaların önünü açıyor. Uzgel, küreselleşmenin etkisiyle çevre ülkeleri de içine alan bir büyüme yaşandığını, bu ekonomik güçlenmenin kimi ülkelerin dış politika alanında özgüvenlerini arttırdığını, benzer bir süreç yaşayan Türkiye’nin ise AKP iktidarında yaşananları yanlış yorumlayarak kendisini dev aynasında görme hatasına düştüğünü vurguluyor. Yazar, alt-emperyalistleşme sürecinin “AKP dönemine denk” geldiğini söyleyerek aslında duruma yapısal bir anlam yüklüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin sahip olduğu pivot ülke konumunun aslında iktidarın bir projesi değil de küresel kapitalizmin yapısal özelliklerinin bir sonucu olduğunu vurguluyor. “Bu yapısal bir bağımlılık ilişkisi ve günümüzde buradan çıkışın koşulları zorlaşıyor. Bir iktidar değişiminin bu ilişkinin niteliğinde büyük bir değişim yaratmasını beklemek doğru değil.”

Ben alt-emperyalist projenin, iktidar bloğu açısından 2015 sonrasında kaybettiği iktidarına tutunmanın ve egemen sınıf içindeki ilişkileri sürdürülebilir bir denge noktasında tanzim etmenin bir aracı olarak görüldüğü kanaatindeyim. Dolayısıyla sürecin yapısal özelliklerinden ziyade konjonktüre ve Türkiye’deki siyasi mücadelelere ve güç dengelerine bakılarak okunmasının daha anlamlı sonuçlar üreteceğini düşünüyorum. Türkiye’nin kendi bölgesi itibariyle düşünüldüğünde son 50 yıldır önemli bir ekonomik güce sahip olduğunu düşünürsek alt-emperyalist projenin sermaye birikiminin doğal bir sonucu olarak okunamayacağı daha rahat anlaşılacaktır.

Alt-emperyalizm kavramı emperyalist hiyerarşi içerisinde bir ara konak yaratma ihtiyacının sonucunda oluşturuldu. Komintern’in yarı-sömürgesi, Wallerstein’in yarı-çevresinin modifiye edilmiş bir yeni hali. Ancak burada ortada olanı, alttaki kategorinin bir varyantı olarak kavramlaştırmadan üstteki emperyal gücün bir alt biçimine dönüştüren bir yeniden nitelendirme var. Emperyalist sistemin özellikle Latin Amerika’da 20. yüzyılın ikinci yarısında aldığı biçimi yorumlamaya çalışan Bağımlılık Okulu çerçevesinde düşünen Ruy Mauro Marini tarafından üretilmiş bir kavram “alt-emperyalizm”. Buna göre alt-emperyalist, dünya sistemi hiyerarşisindeki bir seviyeyi ifade ediyor ve Uzgel’in tanımında vurguladığı gibi bağımlı kapitalizmin emperyalist değer zincirinde ortaya çıkan kimi dönüşümleri sonucunda yaşanan bir aşamasına işaret ediyor. Alt-emperyalist, ekonomik anlamda bağımlı olma ilişkisini sürdürmekle birlikte kendisine değer zincirinde özgün bir konum yaratabilmenin bir sonucu olarak doğuyor. Bu ülkeler emperyalist merkezlere değer aktarmaya devam etmekle birlikte kendilerinden daha zayıf devletlerden sisteme aktarılan değerin bir kısmına el koyma kapasitesi geliştiriyorlar. Böylece bağımlılık ilişkisinde nitel değil ama nicel bir kırılma yaratmayı başarıyorlar. Alt-emperyalist ülkenin baskın emperyalist merkezlerle kurduğu ilişki Marini tarafından antagonistik işbirliği olarak tanımlanıyor: Çelişki ve uyumun dinamik bir ortak yaşamına gönderen bir kavramlaştırma (Matthias Luce, “Sub-imperialism, the highest stage of dependent capitalism”, 2015). Marini’yi emperyalizm ve bağımlılık üzerine çalışırken böylesi bir ara konum yaratmaya iten ise Brezilya’nın, Latin Amerika’nın siyasi ve iktisadi yeniden üretiminde oynadığı belirleyici rolun görmezden gelinemez etkisi. Bolsonaro iktidarı sonrasında Bolivya’da MAS iktidarının devrilmesi ve sivil makyajlı bir askeri diktatörlük oluşturulması, Brezilya’nın bölgesel  etkinliğinden bağımsız düşünülemeyecek bir gelişme olarak not edilmeli.

Cumhuriyet sonrasında kapitalizmin gelişimi açısından bakıldığında devlet eliyle doğrudan finans kapital oluşumunun Kıvılcımlı’ya emperyalizm üzerine kitap yazdırması tesadüf değildi. Menderes döneminden beri emperyalist  merkezlerle bağları koparmaksızın bölgesel anlamda otonomik bir etki ağı yaratma girişimleri her daim var oldu. 2000’lerin ilk on yılında YOL dergisinde alt-emperyalistleşme ile kompradorlaşmayı eş zamanlı yaşanan süreçler olarak analiz eden yazılar yayımlanmıştı.

Fakat 2015 kırılması sonrasında, Türkiye’de siyasi iktidarın ayakta kalma stratejilerinin önemli oranda dış politika ile ilişkilendiğini gözlemlemeye başladık. İçeride faşistleşme sürecinin hem kitleler ölçeğinde hem de devletin yeniden yapılanmasında aşama kaydetmesinde “fetih ve yayılma” söyleminin önemli bir kurucu etkisi olduğu açık. İktidar bloğu, Arap Baharı’nda oluşan Müslüman Kardeşler konjonktürü büyük oranda kapanmış olsa da Doğu Akdeniz’i, Kuzey Afrika’yı da içine alan geniş bir güney coğrafyasında etkinliğini arttırmaya çalışıyor. Suriye’deki hamleleri her ne kadar bir süre sonra “doğal” sınırlarına dayansa da bir Lebensraum esintisi yaratacak sonuçlar ortaya çıkarmayı da başardı. Türk Lirası kullanılmaya başlanan bölgeler, Libya petrolleri üzerine yapılan hesaplar, Fransa ile omuzlaşılarak Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmaları yürütmeler, Afrin zeytinlerine el koymalar bir kolajın parçaları olarak okunabilir.  İktidarın beka stratejisi aslında yayılmacı politikalar ile rejimi yeniden üretme arasındaki bağın bir itirafı olarak da düşünülebilir. Doğu Akdeniz’de bulunan doğalgazdan pay alma hırsı, Türkiye finans kapitali ile yeni yetme burjuvaziyi birleştiren büyük bir ülkü haline dönüşebilir. İktidar bloğunun sermayenin gözü ilkel birikim ve fetih arzusuyla dönmüş kanatlarını, içeride görece yönetilebilir bir sömürü oranıyla bir arada tutabilmesinin önemli bir aracı da hayata geçirmeye çalıştığı alt-emperyalist projesi gibi görünüyor. Kemalizmin bir yönetme aygıtı olarak orduya yaptığı yılların yatırımı,  Ergenekon davaları ve Cemaat darbesinin yarattığı dönüşüm olanağı sonrasında Türk-İslam sentezci neo-Osmanlıcılık elinde finans kapital ile yeni yetme burjuvaziyi uzun vadeli birlikteliğe ikna etmenin maceracı girişimlerinin baş aktörü olarak TSK’nin ortaya çıkmasını mümkün kıldı. Neye niyet neye kısmet!

Buradan fırsat bulunca yine devam ederiz.

Yazarın Diğer Yazıları