Büyük Eşitleyici – Branko Milanovic
Eski Dünya Bankası araştırmacısı, kalkınma ve eşitsizlik konularında çalışan Sırp kökenli Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, socialeurope.eu’da yayımlanan yazısında koronavirüsün bu kısa tarihinin şimdiden ekonomik değişimleri şekillendirdiğini ifade ediyor.
Ekonomi tarihi salgın hastalıkların büyük eşitleyiciler olduğunu gösteriyor. Hakkında en çok veriye sahip olduğumuz ve en çok atıf yapılan örnek Avrupa’yı 14. yüzyılın ortalarında vuran Kara Veba. Bazı bölgelerde bu hastalık nüfusun yaklaşık üçte birinin ölümüne yol açmıştı.
Ancak nüfusu azaltarak emek gücünü daha kıt hale getirdi, ücretleri arttırdı, yoksulluğu azalttı ve Guido Alfano, Mattia Fochesato ve Samuel Bowles gibi kimi önemli ekonomi tarihçilerine göre Avrupa’nın ekonomik büyümesine uzun vadeli etkilerde bulunan kurumsal değişimlere yol açtı.
Bu yazarlara göre, Güney Avrupa’da emeğin artan gücü yerel toprak beyleri tarafından uygulanan hareket engellemeleri ve kimi diğer ekonomi dışı sınırlamalarla karşılandı. Buna karşılık feodal kurumların çok da güçlü olmadığı Kuzey Avrupa’da Kara Veba sonrasında emek daha özgür ve pahalı hale geldi, bu durum da teknolojik ilerlemenin ve sonuç olarak da Endüstri Devrimi’nin altyapısını hazırladı.
Koronavirüsün iki aydan biraz fazla olan tarihi şimdiden ekonomik değişimleri şekillendiriyor. Eğer salgın hızlıca kontrol altına alınır ve durdurulursa bunların birçoğu kolaylıkla geri döndürülebilir. Ancak durum böyle olmazsa kalıcılık da kazanabilirler. Ve bütün sıra dışı olaylarda olduğu gibi salgın, hayal meyal bildiğimiz ancak görmezden gelme ya da üzerine düşünmeme eğiliminde olduğumuz belli sosyal olguları ilgi odağı haline getirebiliyor.
“İstatistiksel Ayrımcılık”
Örneğin vatandaşlığı ve “istatistiksel ayrımcılığı” bir düşünün. Bir yıl öncesine kadar, Birleşik Krallık’a giriş yapan bir yolcu Birleşik Krallık ya da bir diğer AB üyesi ülke vatandaşıysa daha kısa bir yolu kullanıyordu- yoksa daha uzun bir kuyrukta beklemek zorunda kalıyordu. Bu farklılık AB içinde emek hareketi serbest olduğu için anlaşılabilirdi. Ancak yaklaşık bir yıldan beri yasalar hızlı geçişin sadece BK ve AB vatandaşlarına değil ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Singapur ve Güney Kore vatandaşlarının da yararlanabileceği şekilde değişti.
Ülkelerin bu karışımının ilk bakışta şaşırtıcı gelmesi oldukça anlaşılır çünkü hiçbir politik birime ya da kritere uygun olmayan bir bileşim söz konusu. Bu ülkelerin hepsini kapsayan ya da sadece bu ülkeleri içeren bir politik organizasyon yok.
Hangi ülke vatandaşlarının hızlı geçişten yararlanabileceği açıkçası gelir kriterine (kişi başına düşen milli gelir) ve bu gibi ülke vatandaşlarının Birleşik Krallık’ta iş bulmaya ve yasadışı biçimde kalmaya çalışmalarının düşük olasılığına bağlıydı. Dolayısıyla kriter “istatistiksel ayrımcılık” üzerine inşa edilmişti: diğer ülke vatandaşları, kendileri daha fazla şüphe çektiklerinden dolayı değil üyesi oldukları bir grup doğuştan “şüphe” ürettiği için daha detaylı biçimde sorgulanacaklardı.
Bu gibi düzenlemelerden fayda sağlayanlar onlar hakkında pek de düşünmezler. Özellikle Schengen anlaşması sayesinde ülkeler arasında herhangi bir belge gerekmeden ve birçok yerde de vizesiz seyahat etmeye alışan ve (yüksek gelirleri sayesinde) kolları açık ev sahipleri tarafından karşılanan Avrupalılar için durum tam da böyledir. Zygmunt Bauman’ın altını çizdiği gibi seyahat etme hakkı artık bir lüks meta haline geldi. Eğer yıllar boyunca hiçbir engele takılmadan seyahat edebildiyseniz, böylesi bir durumun olağan olduğunu ve sonsuza kadar devam etmesi gerektiğini düşünebiliyorsunuz. Benzer biçimde diğerleri hakkında neredeyse hiç düşünmemeye ve bu durumun onların talihsiz ancak kaçınılmaz kaderi olduğu varsayımına sığınmaya devam ediyorsunuz.
Virüsün ortaya çıkmasıyla birlikte, ABD salgından etkilenen ülkelere hava trafiğini durdurdu veya azalttı ve Çin, İran, Güney Kore ve İtalya’dan gelen yolculara özel bir liste hazırlayarak bunların kendilerine iki hafta boyunca karantina uygulaması zorunluluğu getirdi. “Toplu ulaşımı, taksileri ve araç paylaşım sistemlerini kullanmayın. Alışveriş merkezi ve sinemalar gibi kalabalık yerlerden uzak durun ve kamusal alandaki faaliyetlerinizi sınırlayın” başlıkları duyuruda kendine yer bulmuştu. Washington’da katılmayı planladığım bir konferansın düzenleyicileri etkinlikten tam 24 saat önce aşağıdaki notu ilettiler: “Son 14 günde CDC seviye 3 ülkelerinden (şu anda Çin, İran, İtalya ve Japonya) herhangi birisinde bulunan katılımcıların hiçbir toplantıya katılmamalarını rica ediyoruz”. Son olarak benzer kurallar İsrail tarafından Fransa, Almanya, Avusturya ve İsviçre vatandaşlarını da kapsayacak biçimde genişletildi.
Çin ve İran, Amerikan kara listelerinde her zaman kendilerine yer bulabiliyorlar göründüğü kadarıyla, ABD yasa koyucuları en küçük fırsatı bile kaçırmak istemiyorlar. Ancak Güney Kore ve hatta daha da olağanüstüsü İtalya sürpriz katılımcılar olarak düşünülebilir. Bazı İtalyan arkadaşlarım ya da İtalya’dan yeni dönenler bu “istatistiksel ayrımcılık” karşısında hayretlerini ifade ettiler. Zaman zaman “istatistiksel ayrımcılığa” maruz kalan diğer ülke vatandaşlarının listesine eklenmiş hale geldiler aniden- yani Afrikalıların neredeyse her yere seyahat ederken rutin bir biçimde deneyimlediklerine ortak olmuşlardı.
“Durdur ve üstünü arat”
“İtibarını kaybetmek” her zaman şoke edicidir ve buna ek olarak itibarı yeniden kazanma çabası da diğer durumlarda karşılaşılan benzer istatistiksel ayrımcılığın arkasındaki mantığı sorgulamamıza yol açar. Dönemin New York valisi Micheal Bloomberg tarafından başlatılan “durdur ve üstünü ara” böylesi bir uygulamaydı.
Dur ve üstünü arat ırksal profili esas alıyordu. Birleşik Krallık sınırındaki kontrollerle aynı mantığa dayanıyordu: Afro Amerikalılar tarafından işlenen suçların toplam içindeki oranı bu grubun New York nüfusu içindeki payından belirgin bir biçimde fazlaydı. Bu yüzden, Afro Amerikalıları diğerlerinden daha fazla durdurup denetlemeye (GBT’lemeye çevirenin notu) odaklanan bir uygulamaya başlamak akla yakın olmaz mıydı?
Oldukça anlaşılır olduğu üzere her üç uygulama da – sınır kontrolü, virüse bağlı engellemeler ve “durdur ve üstünü ara” aynı fikri paylaşıyorlar. İlki ve üçüncüsü büyük oranda toplumun yoksul üyelerini hedefliyor. İkincisi ise prensip olarak eşit biçimde ve virüsün öldürücü olduğu alanlara bağlı olarak uygulanıyor. Tam da bu sebepten normalde böylesi istatistiksel ayrımcılıklara maruz kalmayanlara aniden uygulanması insanları çok şaşırtıyor. Virüs oyun alanını düzledi ve bir kısmımızın bireyleri hedeflerken gruplar hakkındaki istatistiki bilgileri kullanan politikaların genel geçerliliğini sorgulamamıza yol açtı.
“İstatistiksel ayrımcılığa” dayanan politikalar bence şu anda neredeyse kaçınılmaz olarak uygulanmak zorunda: yetkililerin zamandan tasarruf etmesine (sınır kontrollerinde olduğu gibi), iddia edildiği kadarıyla suçun azalmasına (New York’taki gerçek farkın aşırı polis yığınağı olmasına rağmen) veya (umarız) korona benzeri virüslerin bulaşmasını azaltıyor. Fakat böylesi politikaların etik meşruiyeti üzerine ve kişisel sorumluluk yerine bir kolektifi nasıl yerleştirdiği hatta örtük bir kolektif suçu nasıl yüklediği üzerine düşünmeliyiz.
Karşı Mahalle Çeviri Kolektifi