Dağınık Düşünceler – M. Sinan Mert

Sınıf siyaseti arayışıyla ne kadar steril alanlar yaratmaya çalışsanız da kapıdan kovduğunuz kimlik siyaseti bacadan gelip sizi gerçekliğe dokunamaz hale getirebiliyor. Hayatın bütünleşik gerçekliğinden beslenemeden kafamızın içindeki çerçeveye sıkışıp kalınca böylesi şoklar yaşamak mümkün hale geliyor.

Bu hafta tek bir konu üzerinde değil de kafamı karıştıran, cevapları üzerinde düşündüğüm birkaç farklı konu üzerine yazmak istiyorum. Hasbelkader bir köşe yazmak zorunda olmak her zaman her konuda bütünlüklü ve sistemli düşünceler geliştirebilmiş olmayı gerektirmiyor.

Bu konuların başında, İngiltere seçimlerinde Jeremy Corbyn ve Momentum hareketi önderliğindeki İngiliz İşçi Partisi’nin yaşadığı ağır seçim yenilgisi geliyor. Ken Loach’un son filmi “Sorry we missed you”’nun da bütün açıklığı ile sergilediği İngiliz prekaryasının postmodern tragedyasının nasıl bir politik sonuç yaratabileceği merakla bekleniyordu. Son derece açık bir post-neoliberal tutum almaya çalışan Corbyn’in manifestosu eşitsizliği ve sömürüyü kamusal tartışmanın merkezine taşımayı hedefliyordu. Sol, bu sorunların faturasını genel olarak sermaye yanlısı siyasete çıkarmaya çalışarak, ılımlı bir kamulaştırma ve servetin yeniden dağıtımı programına oy istemeye çalıştı. Etkili de bir kampanya yürütüldüğü anlaşılıyordu. Ancak neoliberalizmle hesaplaşma zemini solun değil sağın istediği Brexit sahasında gerçekleşti. Corbyn’in zaman zaman bir akademisyene benzetilen retoriği, uzun manifestosu ve yeterince netleştirilememiş düşmanı “a few”dan oluşan önermesi yerine İngiliz işçi sınıfının geleneksel kesimleri Brexit siyasetine destek verdi, kendisini ekonomik sıkıntılara itenin ve işlerini elinden alanın göçmenler olduğuna ikna olduğunu sergiledi. Syriza’dan sonra Corbyn’in ve Momentum’un başını da AB’cilikleri yedi. -Bu işin en büyük mağdurlarından Varoufakis’in İstanbul’da hala net bir AB karşıtlığı yerine “halkın AB’si” çizgisini savunması da öğrenmeme inatçılığımızın bir ifadesi olabilir mi?-  AB’nin net bir neoliberal proje olduğu açık iken Avrupa solu liberal, çok kültürcü değerleri sebebiyle projeden kopuşamıyor. İşçi sınıfının görece orta sınıflaşmaya açık, dijital hizmetler sektöründe çalışan kesimleri de yaptıkları iş dolayısıyla özgüven sahibi oldukları için geleneksel, yerleşik işçi sınıfının kaygıları ile rezonansa gelemiyor, onu fazlasıyla milliyetçi bularak arasına mesafe bile koymaya çalışıyor. Sınıf siyaseti arayışıyla ne kadar steril alanlar yaratmaya çalışsanız da kapıdan kovduğunuz kimlik siyaseti bacadan gelip sizi gerçekliğe dokunamaz hale getirebiliyor. Hayatın bütünleşik gerçekliğinden beslenemeden kafamızın içindeki çerçeveye sıkışıp kalınca böylesi şoklar yaşamak mümkün hale geliyor. Geçtiğimiz yıl dünyanın en kalabalık grevlerinden birisinin gerçekleştiği Hindistan’da da Hindu milliyetçisi Modi, Müslümanların Hint vatandaşı olmasına karşı bir yasal düzenleme yaparak Müslüman-Hindu gerilimi üzerinden el yükseltmeye çalışıyor. Lübnan’daki isyan da 1980’lerdeki iç savaşın ürkütücü tablolarını hatırlatacak bir sürece evrilme sinyalleri veriyor. Bizde de Kürt sorununun faşizme rıza üretmek ve muhalefet bloğunu felç etmek için nasıl işlevlendirildiği ortadayken Akşener’in partisinin düzenlediği Suriyelileri Geri Gönderme Kurultayı, sınıfın öfkesini sınıfın farklı kesimlerine yoğunlaştırma taktiğinin “muhalefet” tarafından uygulanmasına bir örnek. Sol, sınıf siyasetini kimlik siyasetini görmezden gelerek ya da buradaki sahici problemler yerine “hepimiz kardeşiz” benzeri genel bir edebiyatla işi geçiştirmeye çalıştığı sürece sınıf siyasetinin etkisini kendi eliyle zayıflatmaktan kurtulamayacak.

İngiltere seçimlerinin hemen sonrasında “Corbyn çok solcu olduğu için kaybetti” tantanasıyla ortalığı dolduran “içimizdeki İrlandalılar” ise işin bu yanını tartışmaktan uzak durarak İşçi Partisi’ni Blairciliğe, Merkezciliğe davet ettiler. Oysa bu arkadaşların göremediği, kapitalizmin bu konağında radikalleşemeyen, uçlara gidemeyen hiçbir siyasi hareketin başarılı olamayacağı. Sağ ılımlı olduğu için değil radikalleştiği için kazanıyor, sol ise çözemediği sorunları görmezden geldikçe o noktadan çözülüyor.

Tartışmak istediğim bir diğer mesele ise Ümit Akçay’ın Türkiye’de otoriterizm diye tabir ettiği faşistleşme sürecinin istikrar kazanabileceğine dair yazısıydı. Akçay’ı böyle düşünmeye iten en önemli gerekçe ise küresel finans hareketlerinin, merkezlerdeki kriz tedirginliği sonrasında yeniden “yükselmekte olan piyasalara” akmaya başlamasıydı. Türkiye’nin otoriterleşme sürecinin ve Türkiye’deki yapısal krizin 2013’te FED’in faiz arttırma kararı ile tetiklendiğini haklı olarak belirten Akçay, şimdi de sermaye hareketlerindeki yön değiştirmenin faşizme can suyu verebileceğini düşünüyor. Son derece derli toplu bir argümantasyona dayalı yazısı okunmalı ve değerlendirilmeli ancak yazının AKP’nin yaşadığı parçalanma sürecini neredeyse hiç ele almaması önemli bir eksiklik. AKP, içine çekildiği siyasi kriz daha da derinleşirse düşen kredi faizlerinin yaratacağı “geçici bahar”dan umduğu yararı göremeyebilir. Bir iktisatçıyı iktisadi indirgemecilik yapmakla eleştirmek kolaycılık olarak algılanabilir ancak ekonomideki dengelerin siyasete yansımaları bir kurumlar matrisi üzerinden gelişiyor. Kovanızın altındaki delik, dolduran musluğun debisinden fazlasını yere döküyorsa kovanın boşalması kaçınılmaz hale geldi demektir. AKP’deki siyasi krizin sıra dışı merhalelere yükselme olasılığı güçlü. Bu cümleyi okuyup “Ama Davutoğlu ve Babacan’dan mı umutlanacağız?” diye soracak arkadaşları ise Mazhar Osman’a havale ediyorum!

Son olarak da HDP’nin “Kanal İstanbul referanduma götürülsün” önerisine derhal “ilkeler referanduma götürülemez” diye itiraz eden arkadaşları anlamakta zorlandığımı beyan etmek istiyorum. Referandum önerisi, halkın çıkarlarına değil de bir avuç rantiyenin çıkarlarına binaen İstanbul’un yerleşim alanının kuzeye doğru itilmesi çabasının teşhir edilmesi için etkin bir araç olamaz mı? Yapılmazsa Saray, kanalı “halkın iradesinden kaçırmakla” suçlanabilir rahatlıkla. Yapılırsa da ancak seçimden seçime hareketlenebilen muhalefet bloğuna, parçalanma aşamasına geçmekte olan iktidarı yıpratmak için bir olanak yaratılmış olmaz mı? Politik olanın etik olanla ilişkisini Makyavel’in kurduğunun gerisine taşımak sosyalistlerin işi mi olmalı? Politik olayın kriteri yine politiktir, etik ve “evrensel doğru”lar değil.

Keşke işleyen bir kamusal alanımız olsa da bunları sağlıklı bir biçimde tartışabilsek, kafa karışıklıklarımızı paylaşabilsek…

Yazarın Diğer Yazıları